27 Aralık 2009 Pazar

Kitap: Yiğit Özgür

Yiğit Özgür, gerçekten muhteşem karikatürler çiziyor. Tek bir karenin içine karmaşık olay örgüleri sığdırmasına özellikle hayranım. Hikaye bir şekilde başlıyor ve her replikte bambaşka bir hal alıyor, çizdiği o komik tiplerden biri de illa ki son noktayı koyuyor bomba final repliğiyle. Tüm bunların tek bir karikatür karesinde gerçekleşiyor olması beni etkileyen.

Neyse tavsiye verelim derken bol bol övdük kendisini. Kendisinin karikatürlerinden derlenmiş bir kitabı da var, Yiğit Özgür'ün çalışmalarını seven ancak bu kitaptan haberdar olmayanlara haber vermek istedim. Bilenler zaten kaçırmamıştır.

Konuya tamamen uzaksanız, karikatür dünyasına girmek için de muhteşem bir başlangıç! Tavsiye ederim...


26 Aralık 2009 Cumartesi

Kitap: Köygöçüren: Ölü Adamın Sandığı

Bekleyiş sona erdi! Köygöçüren'in son macerası "Ölü Adamın Sandığı", elektronik kitap formatında, ücretsiz olarak dağıtılıyor!

Hemen kendinize ait bir kopyasını indirerek, Köygöçüren'in maceralarına ortak olun. Kötü adamların popolarını tekmeleyin.

Bilgisayarınıza indirmek için tıklayın!

Albüm: The Civilian Project (Audioslave)

Gün geçmiyor ki hayat bize sürprizler yapmasın sayın okuyucular. Başlığı okuyan Audioslave hayranlarının "Haydaaa!" dediğini duyar gibiyim. Hayır, (ne yazık ki) Audioslave tekrar bir araya gelmedi, bu da yeni bir albüm değil. Tam aksine, 2001 yılında "Civilian" grup ismi altında ilk kaydettikleri demo albümünden bahsediyorum. Bu tür çalışmalar gerçekten çok güzel ve samimi oluyor.

Peki neler var bu Civilian projesinde? Grubun adını taşıyan ilk albümleri Audioslave'deki parçaların biraz daha farklı halleri var, özellikle Chris Cornell'in vokalinde çok belli oluyor ve "İyi ki üzerinde daha çok çalışıp, şarkıları son hallerine getirmişler" dedirtiyor. Öte yandan dinlerken farklı bir tat almanızı, farklı bir stüdyo kaydı dinliyormuş gibi hissetmenizi sağlıyor. "We Got The Better Bomb" isminde de hiç duyulmamış bir şarkıları var bu albümde. En azından ben duymamıştım, benim gibi duymamış olan Audioslave hayranlarına buradan duyurulur.

25 Aralık 2009 Cuma

Albüm: Every Man For Himself (Hoobastank)

Dün Gebze'de konaklamakta olduğum otel odasında, elimde hayal bir gitarla müziğe ritim tutarak dolandım durdum. Hayır, deli değilim, en azından psikolojik bir vaka olmaktan uzağım. Sadece yerimde durmama engel olacak nitelikte, kıpır kıpır şarkılarla dolu bu albümü bir kez daha dinledim, yine çok keyif aldım ve şimdi size bu albümden bahsetmek istiyorum.

Aslında "Every Man For Himself" Hoobastank grubunun son albümü değil, lakin bugüne kadar ortaya koydukları en şahane albüm olduğunu düşünüyorum (ve son albümlerini de o kadar iyi bulmadığımı itiraf ediyorum). Keyifli ritimler ve muhteşem melodilerle dolu "Every Man For Himself" albümünü, Rock ve Pop müziğe ucundan kıyısından bile ilgi duyan tüm insanlığa tavsiye ediyorum. İlaç niyetine.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Muhtelif: Ölü Adamın Sandığı

"Köygöçüren: Ölü Adamın Sandığı" isimli romanım nihayet bitti. Yakında muhtemelen internette e-kitap olarak sunacağım. Elbette ücretsiz olarak dağıtacağım, insanların "okumaya" teşvik edilmesi gerektiği bir ülkede buna mecburum. Tek istediğim, okurların çevrelerine kitaptan bahsederek manevi destek vermesi olacaktır. Muhtaç oldukları kudret de damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Dizi: FlashForward

Lost, yabancı dizi sektöründe yeni bir dönemin başlangıcı oldu diyebiliriz. Hala da ondan daha iddialı, daha ses getiren bir yapım görebilmiş değiliz. Lakin çok orijinal olmasalar da, güzelce kurgulanmış fikirler çıkıyor senaristlerden. FlashForward da bu fikirlerden birisi (Başka bir tanesi de Fringe, yine Lost'un yapımcılarından; dünyayı peşinden sürüklemese de keyifle izliyorum).

Flashforward; 6 Ekim 2009 günü, yeryüzündeki bütün insanların bayılarak 2 dakika 17 saniye boyunca, 6 ay sonraki geleceklerini görmelerini ve daha sonra uyanıp normal yaşantılarına dönmelerini anlatıyor. Lakin geri döndükleri yaşam artık ne kadar normaldir, bunu da siz düşünün.

Şu sıralar ara verdiler sanırım, o yüzden geç kalmış sayılmazsınız, yeni bir macera arıyorsanız ilk sezonun yayınlanmış on bölümü ile başlayabilirsiniz. Lost tayfasından birkaç ismin de bu dizide olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Müzik: Lacuna Coil

Bilgisayar oyunları, çocuk işi olmaktan çıkıp "koca adamların oynadığı" ürünler haline 2000'li yılların başında geldi. Oyunların sahip olduğu, filmlere taş çıkartan senaryolar ve yine radyoda dinleyeceğiniz sıradan şarkılara meydan okuyan özel şarkılar da bunun kanıtıydı. Guitar Hero oyunundan tanıyıp da, arada bir dinlemeye başladığım bir gruptan bahsetmek istiyorum.

Lacuna Coil yirmi yıldır varmış meğer, ben yeni duymuşum, olsun. "Neye benziyor bu" diyenler için, Evanescence gibi, Şebnem Ferah gibi diyorum (zaten ikisini de birbirine benzetmiyorlar mıydı).

Tavsiye parça olarak da, benim dinlemekten keyif aldıklarım olarak, "Our Truth" ve "To Live is To Hide" diyorum. Vokalist hanımın sesinin gönderdeki bayrak gibi dalgalanışını seviniz.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Dizi: CSI

Bugüne kadar bu efsaneden neden bahsetmemişim bilmiyorum. TRT'de bir dönem "Kanıt Peşinde" ismiyle yayınlanan, şu an onuncu sezonunu deviren CSI (Crime Scene Investigation) dizisinden bahsediyorum. Her bölümünde farklı bir vakanın işlendiği bu dizi, sizi aptallaştırmak yerine daha farklı düşünmeye iten nadir televizyon yapımlarından.

Diziyi bir dönem izlemiş olup da yandaki resmi görünce "Laurence Fishburne ne alaka?" diye soran arkadaşlara da, kadroda bazı değişiklikler olduğunu hatırlatmak isterim. Lakin ana karakterlerde yapılan değişikliklerin bile, kızarmış ekmek üzerine sürülen yağ gibi yedirildiği bu muhteşem yapımı, kriminolojiye biraz bile ilgi duyuyorsanız kaçırmayın. Yeni başlıyorsanız, izlenecek 200'den fazla bölüm sizi bekliyor...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Film: Destere

Hamd olsun, ülke olarak parodilere çok yatkın bir zekamız var. Dünya üzerinde yaşanan herhangi bir olaya şahit olunca, "Ulan bizde olsa nasıl olurdu acaba?" diye üretmeye başlıyor, arkadaş sohbetlerinde dakikalarca bu fikirleri paylaşıyoruz.

Nitekim Destere de böyle bir fikrin ürünü olsa gerek. Parodi fikrini son derece severim açıkçası, çünkü sıfırdan bir dünya yaratmak yerine var olanın üzerine komedi yaparsınız ve böylece seyirci benimsemekte zorlanmaz, hatta zekice yapılmış göndermeler sayesinde kendini gülmekten yerde bulabilir.

Testere filminin parodisinin yapılmasını da uygunsuz bulmuyorum, zaten sağlam bir zeka ürünü olan bu filmin başka filmlere de ilham vermesi normaldir, ki yabancılar bizzat "Scary Movie" serisinde bunu yaptılar.

Eee, peki Destere ne iş? Seyrettim işte, zaman zaman güldüm. Türk sanat sinemasına hiçbir katkısı olmasa da, evde oyalanırken laf olsun diye veya yolculuk esnasında cep telefonundan izlenebilecek bir "çerez" film. Sonuçta bu tür filmlerin de bir sektörü var, insanın canı bazen "hafif" filmler izlemek isteyebiliyor.

Benim derdim bunların hiçbiriyle değil; "Yabancı gibi başlayıp, Türk gibi bitirmek" sözünün bir kez daha gerçek oluşu. Biraz daha derinlikli, ve (Allah aşkına) biraz daha iyi finali olan bir film olsaydı Destere, insanlar sinema salonlarını film esnasında terk etmek zorunda kalmazdı.

Yani olmak üzereymiş, olmamış be ya!

6 Aralık 2009 Pazar

Oyun: Borderlands

Diablo II'nin efsanevi karakter ve envanter çeşitliliği sistemini alın, Fallout 3'ün üzerine ekleyin. Aşağı yukarı elde edeceğiniz şeyi ben söyleyeyim: Borderlands.

Aslında bu oyun, etrafta dolaşıp düşmanları öldürerek seviye atlamaktan ibaret ama bağımlılık yapıyor. Bir de bu duruma, oyunun kendine has "cel-shaded" (Bunu Türkçe'ye çeviremem, çevirsem de daha çok anlamanıza yardımcı olmaz) grafikleri ve cl4p-tp (Claptrap) isimli, resimde gördüğünüz çılgın robotlarla bezenmiş mizah anlayışı eklenince, bu oyunu denemek farz oluyor. Deneyin!

25 Kasım 2009 Çarşamba

Film: Pandorum

Ooo, bak şimdi. Yaklaş yaklaş okuyucu! The Abyss filmini izledin mi, ne güzeldi o... İzlemedin mi? O zaman Event Horizon? Böyle sonsuzluk gibi gelen boşlukta, mürettebatın çırpınışları falan. Evet evet, ne güzel gerile gerile izlerdik. Böyle filmler yapmıyorlar artık derken, yaptılar. Pandorum, gergin atmosferi, pek de klişe olmayan hikayesi ve emek harcandığı belli olan görselleriyle göz dolduruyor. Seyret!

24 Kasım 2009 Salı

Oyun: Wolfenstein

Şu sıralar keyifle oynadığım bir başka oyundan kısaca bahsetmek istiyorum. Alman yapımı tüfeklerle nazileri öldürürken, bir yandan da karanlık boyutlardan gelen şeytani güçlere karşı savaşmak istiyorsanız Wolfenstein sizi bekliyor. Benzerlerine göre daha özgün ve özgür oyun yapısı keyif veriyor, düşmanlarınızın yapay zekası doyurucu, grafikler canlı. "Acthung" yani!

22 Kasım 2009 Pazar

Muhtelif: Köygöçüren

Blogumda yaptığım ankette açıkça görülüyor ki, Köygöçüren'in romanı değil filmi isteniyor. Genel olarak okumaya üşenen bir milletiz sanırım, ya da okuma yoluyla heyecanlanmak, keyif almak genlerimizde yok. Sırf gazetelerin spor sayfalarından başka bir şeyler okuyasınız diye, romana devam ediyorum dostlar. "Beni böyle sev seveceksen", Orhan Gencebay.

Yine de belirtmek isterim ki, Köygöçüren için farklı film projelerimiz olacak. Yani onu yine ekranlarda görmeye devam edeceksiniz.

17 Kasım 2009 Salı

Oyun: The Last Express

Black Dahlia için "bir klasik" demiştim, The Last Express için "şaheser" demem gerekiyor. Aslında hayranlık duyduğum bir şey hakkında yazarken, tanıtmak yerine doğrudan gidip tecrübe etmenizi tavsiye etmekle yetiniyorum. Fakat bu kez öyle yapmayacağım, çünkü The Last Express o kadar özgün ve muhteşem bir eser ki, ballandıra ballandıra anlatmazsam çatlarım.

"Prince of Persia" diyince aklınıza ne geliyor? Hayır, "Sands of Time" falan değil, yıllar öncesine gidin (tabii yaşınız yetiyorsa) ve zindan zindan gezdiğimiz o DOS oyununu hatırlayın. İşte o oyunu yapan adam, bambaşka bir eserle karşımıza çıkıyor... Daha doğrusu çıkalı yıllar oldu, The Last Express 1997 yapımı bir oyun.

Bu oyunu özel yapan başlıca şeyler olarak; bütünüyle Paris'ten İstanbul'a giden bir trende geçmesi, bazen sadece kompartmanınızda oturup vakit öldürmenize varan bir boyutta gerçekçi olması, yaptığınız her şeyin bir sonucu olması açısından sunduğu etkileşim, görsel olarak tam bir göz ziyafeti olması gibi unsurlar sayılabilir. Oyunun harika müziklere sahip olduğunu da belirtmeden geçmeyelim.

Böyle güzel bir oyundan bugüne kadar haberiniz yok muydu? Kendinizi suçlu hissetmeyin, çünkü oyun çıktıktan kısa bir süre sonra, oyunun yapımcıları yeterli reklam ve dağıtımı yapamadan dağıldılar. Sonuçta, çok az kişinin haberdar olup baş tacı ettiği bu macera oyunu, tarihte yerini aldı...

15 Kasım 2009 Pazar

Muhtelif: Migros Tehlikesi

Migros, son TV reklamında 55. yıl şerefine 1 Kg. Lipton Çay ve 6 Kg. Vernel çeşitlerini 15 TL civarındaki fiyatları yerine 5 TL fiyatına sattığını ifade ediyor. Lakin dikkatli gözlerden kaçmayacağı üzere, bu fiyat sadece 50 TL üzerindeki alışverişleriniz için geçerli.

Oyuna gelmeyin.

Oyun: Black Dahlia

İşte bu tam bir klasik. On sene önce, tamı tamına 8 CD'den oluşan bu macera oyununu kaçınız duydu, kaçınız oynayabildi? Bugüne kadar ben de oynayamamıştım. Sevinçliyim, çünkü nihayet muhtelif araştırmalar sonucu elime geçen bu oyunu oynama şerefine nail oldum. Hüzünlüyüm, çünkü artık bilgisayar oyunlarında grafikler öyle gerçekçi ki gerçek görüntülerden oluşan oyunlar yapılmıyor.

Oysa Black Dahlia, sanal mekanlar üzerine gerçek karakterlerden oluşan sahneleri ve genelinde kurgu olmasına rağmen gerçek hayatta vahşice katledilen Elizabeth Short ve onun katilinden esinlenerek oluşturulan hikayesiyle, muhteşem bir macera...

14 Kasım 2009 Cumartesi

Oyun: Call of Duty Modern Warfare 2

Call of Duty serisi güzeldir. Modern Warfare serisi ise bambaşka bir keyif haline geldi. Başka hiçbir oyun deneyiminize benzemeyen çılgın çatışma anları ve hayvansal boyutlarda gerçekçi atmosferiyle MW2 bir oyun değil, yaşamanız gereken bir tecrübe. Tereddüt etmeksizin edinin ve keyfini çıkarın.

Oyun: Diablo II

"Yuh be abi, yazacak şey mi kalmadı?" diyeniniz olacaktır. Dedim ya bu aralar nostaljik takılıyorum. Ayrıca korktum. Ya bugüne kadar Diablo II oynamamış birileri varsa? Ya "O ne?" diye soracak biri varsa bu satırları okuyan? Ha? Ürkütüyor beni. Anlatmaya gerek görmüyorum, derhal edinin ve oynayın!

Alet Edevat: Dreamcast

Nostalji rüzgarı devam ediyor. "PlayStation" dediğimde herkesin kafasında az çok bir şey belirecektir, kiminin yaşam tarzı olmuştur. Peki Dreamcast dedim zaman kaç kişinin gözleri parlayacak, kulakları dikilecektir? Sega Dreamcast, 10 yıl önce piyasaya çıkmış, zamanla sönmüş ve nihayet unutulmuş bir oyun konsolu... Peki nasıl bir şey bu Dreamcast?

PlayStation'dan sonra, PlayStation 2'den önce çıkmıştır ve tam da ikisinin arasında bir şey. En belirgin özelliği "Texture filtering" kullanması, ki ilk PlayStation'dan sonra bu kadar pürüssüz, yumuşacık grafikler insanları etkilemiştir. Ancak PlayStation 2 de ne yazık ki Dreamcast'i her türlü teknoloji konusunda geçmiştir.

Bu konsol fazla uzun yaşamamıştır, ancak meraklısıysanız ve bulabilirseniz (ki bende var!) alıp deneyebilirsiniz. Quake 3: Arena, Crazy Taxi, Spawn, Resident Evil: Code Veronica, Ready 2 Rumble, Metropolis Racer, San Francisco Rush, Marvel vs. Capcom 2 (ki bu parmaklar su toplayana kadar oynanmalıdır!) gibi oyunlar mutlaka denenmeli. PlayStation 2 için asla çıkmamış "Shenmue" gibi oyunlar da bu konsolu ayrıca özel yapanlardan.

Son olarak, inanması zor olsa da hala bu konsol için yeni oyunlar üretmeye çalışan insanlar var. Sega elini ayağını çok uzun zaman önce çekti elbette, bu üreticiler el emeği göz nuru peşinde. Zaten nice oyun bu platformda yapım aşamasında iptal edildi. İnternete sızdırılmasına rağmen piyasa sürülmeyen Half-Life da bu oyunlardan biri. Bundan on yıl önce bilgisayarınızdan daha iyi performans sergileyen bir cihazla, kocaman televizyon ekranında Half-Life oynadığınızı bir düşünsenize!

13 Kasım 2009 Cuma

Oyun: Caesar III

Evet biliyorum, Caesar IV çoktan çıktı. Ben nostalji rüzgarları estirme niyetindeyim. Caesar III, hala kafama estikçe açıp biraz oynadığım, sonra bunca tanrıyı memnun edemeyince mutlaka ya bir deprem ya da bir kıtlık ile helak olduğum oyundur. Yine de seviyorum. Siz de strateji oyunlarını seviyorsanız, hala Caesar III oynamamışsanız... Olmaz!

Alet Edevat: Nokia 6630

Hayır, yanılmıyorsunuz. Bu bildiğiniz Nokia 6630, beş yıl önce çıkmış bir telefon. Eee, peki bunun burada ne işi var? Çünkü hala sapasağlam, hala tıkır tıkır, hala taş gibi. Biraz da nostalji olsun diye bu telefonu anlatmak istiyorum bu yazımda. Bu saatten sonra kimsenin gidip alacağını sanmam ama elinde olup da kıymetini bilmeyenler okumalıdır belki de.

Nokia 6630, 2004 yılında piyasaya sürülmüş ancak hala piyasanın etkileyici performanslı telefonlardan biridir. Symbian OS v8.0 kullanmaktadır. 220 Mhz işlemciye sahiptir; ki aynı işlemci 6680, 6681, N70 ve N90 modellerinde kullanılmıştır ancak 6630 sade ve stabil bir yazılıma (firmware) sahiptir. Telefon ayrıca N-Gage oyunlarını çalıştırabilmektedir. Radyosu yoktur. Şahsi fikirlerime gelince: ele avuca güzel oturmaktadır. 4-7 ve 6-9 tuşları birbirine çok yakın, binaenaleyh tuş takımı biraz konsantrasyon istemektedir. Bir çok oyun ve programı gayet iyi bir performansla çalıştırmaktadır. Bazı insanlar için çok önemli olan "müzik dinlerken kesinti olmadan başka uygulamalarla oyalanma imkanı" bu güzide telefonda mevcuttur.

Film: Zombieland

Kana susamış zombiler, yıllardır filmlere konu oldu ama o filmler hiç bu kadar eğlenceli olmamıştı! Zombieland, ilginç (ve bizim çektiğimiz filmlerdekine benzeyen :D) bir mizah anlayışı ve yaratıcı yaklaşımlarıyla, çok keyifli bir seyirlik. "Ölülerin Günü", "Ölüler Haftası", "Ölüler Bayramı" gibi sonu gelmeyen korku filmlerinden sıkıldıysanız veya sadece eğlenmek için izleyeceğiniz bir film arıyorsanız, Zombieland sizi bekliyor.


9 Kasım 2009 Pazartesi

Muhtelif: JPEGCrops

Bazen elinizde o kadar çok fotoğraf olur ki, hepsini kırpmaya (crop) üşenirsiniz. Ben de üşenmiş, "Yok mu bu işin kolayı?" demiştim. Varmış. JPEGCrops isimli program, istediğiniz kadar çok sayıda fotoğrafı, istediğiniz ölçekte tek bir tuşta kırpmanızı sağlıyor. O ölçeğin gösterdiği alanı fare ile sürükleyerek istediğiniz bölgeyi kırpmasını sağlıyorsunuz.

Ücretsiz olan bu program, 16:9 oranlı fotoğraflarınızdan 4:3 oranda görüntü almak veya tam tersini yapmak istiyorsanız da biçilmiş kaftan.

İndirmek için buraya tıklayın.

6 Kasım 2009 Cuma

Muhtelif: Duvar Kağıtları

Duvar kağıtları bilgisayarınızın arkaplanını süsleyen görüntülerdir. Güzeldir bunlar. Benim ekranımda sevgilim var mesela. Sevgilisi olmayanlar ne yapsın? İşte bu noktada sevgili vatandaşlarımıza dev bir hizmet sunuyorum. Smashing Magazine, tasarımcılığa ilgi duyan herkes için bir şeyler barındıran bir site, benim en hoşuma giden şey ise her ay sundukları duvar kağıtları.

Birbirinden ilginç görüntülerden oluşan bu duvar kağıtlarında, aynı zamanda o aya ait bir takvim bulunuyor (ki bu takvimleri genelde görüntüye çok estetik bir biçimde yerleştiriyorlar) böylece o ay boyunca, takvim anında ekranınızda.

Siteye ulaşmak için tıklayın:

http://www.smashingmagazine.com/category/graphics/

4 Kasım 2009 Çarşamba

Alet Edevat: Oblio Music Intro 4GB

Mp3 çalar mı arıyorsunuz? Sudan ucuz (teknik olarak 5-6 damacana su fiyatına çeşitler mevcut) çin malı ürünler içinize sinmiyor mu? "iPod'lara tonla para veremem, sadece müzik dinleyeceğim ve şöyle bol hafızalı bir ürün istiyorum" mu diyorsunuz? Ya da kısaca, en ucuzunu ve aynı zamanda en işe yararını mı arıyorsunuz? Oblio Music Intro, 4GB versiyonuyla takdire şayan.

Tek bir AAA pil ile 12 saate kadar mp3/wma oynatma desteği sunuyor, ses kaydediyor, USB girişi sayesinde anında bilgisayara takılabiliyor (pratikte flash bellek olarak da kullanılabiliyor) hatta garip ama yazı (*.txt) dosyalarını küçücük ekranında okumanıza bile imkan veriyor. En önemlisi de fiyatı, 54 TL.

Eee, mükemmel olan ne var ki bu ürün mükemmel olsun. Plastik işçiliğiyle düğmeler çok uzun ömürlü görünmüyor, FM radyosu yok ve sonuçta bu da çin malı. Lakin bu fiyata 4 GB hafıza veren (ki içine 128kbps kalitesinde 1000 civarında şarkı sığdırabilirsiniz) ve USB girişiyle kolay erişim sunan başka bir ürün görmedim, görürseniz bana haber verin.

Tuhaf ki bu ürüne İzmir'de denk gelmemiştim. Gebze'de bir Teknosa vitrininde görmek nasip oldu. Reklam gibi olmasın ama, Oblio Music Intro 4GB, Teknosa'da. Tıklayın.

3 Kasım 2009 Salı

Oyun: Guitar Hero World Tour

Vay anasını. Heyecanlıyım sayın seyirciler. Gebze'ye gidecek olmamın heyecanı dışında, az önce "Hotel California"yı çaldığım için heyecanlıyım. Guitar Hero, doğru zamanda doğru gitar teline bastığınızda, gitarı duymaya devam ettiğiniz böylece size bizzat o şarkıyı çalıyormuşsunuz gibi hissettiren harika bir fikrin ürünü. Müziği seven oyunseverlere tavsiye...

2 Kasım 2009 Pazartesi

Film: [Rec] 2

Alemin kralı geliyooo geli... Ehem. Heyecanımı affedin, güzel bir haber sunmak üzereyim. Blogumu takip edenler bilirler, ilk yazdığım yazı [Rec] filmi hakkındadır, ilk göz ağrımdır. Ne? O filmi izlemediniz mi? Bir de korku filmi seyircisiyim diye mi geçiniyorsunuz?! Derhal gidin, bulun ve izleyin.

[Rec] 2 filminin çekildiği, hatta İspanya'da gösterime girdiği duyumunu aldım.

Türkiye'de ne zaman gösterime girer bilmiyorum ama heyecanlıyım, korkmak istiyorum. O gelene kadar türün bir benzeri olarak "Paranormal Activity" ile idare edebilirsiniz. Ancak, alemin kralı, [Rec].

31 Ekim 2009 Cumartesi

Film: Collateral

Hayat güzel. Hoş tesadüflerle dolu. Bu filmi daha önceden de biliyordum, ancak izlememiştim. Audioslave'in "Shadow on the Sun" parçasının bu filmde kullanıldığını duyunca, "Dur bakalım nasıl bir şey olmuş?" diyerek izlemeye koyuldum. Sevdim bu filmi. Bir Hollywood filminden beklenmeyece k kadar güzel karakter derinliği ve olay örgüsüyle, insanı zaman zaman düşünmeye iten ilginç bir seyirlik. Tavsiye edilir.

29 Ekim 2009 Perşembe

Oyun: Red Faction Guerilla

Red Faction oynadınız mı hiç? Mars'tayız, işçiyiz, ayaklanıyoruz. Tabii "1 Mayıs işçi bayramı" falan yok orada. Saçmaladım, yeni bir giriş yapmalıyım.

İlk Red Faction, olayları karakterin gözünden gördüğümüz (gavurların FPS dediği, bizim bir isim bulamadığımız türden) ve duvarları patlatarak mağaralar oluşturabildiğimiz, zamanının en etkileşimli oyunlarından biriydi.

Şimdi yanılmıyorsam serinin üçüncü oyunu olan Red Faction: Guerilla piyasada. Söylemek istiyorum, bol bol "Oha" diyerek oynadığım bir oyun oluverdi çok kısa sürede. Etraftaki etkileşim had safhaya çıkmış, binaların temellerine bombalar yerleştirebilir ve koca yapıtın aşağı inişini tüm gerçekçiliğiyle seyredebilirsiniz. Elinizdeki dev çekiçle duvarda istediğiniz kadar kapı açabilirsiniz. Böyle bir etkileşimden sonra, bomba atınca hiçbir şeyin hasar görmediği bütün oyunlardan soğuyacaksınız.

Oyunun eskisi gibi FPS değil de TPS olduğunu söylemeden geçmeyelim. "Tomb Raider gibi" yani. Ancak omuz kamerası kullanılmış, ki oyunlarda çok etkili olduğunu söylemek lazım. Far Cry 2 oynadınız mı peki? Bilmeniz gerek, bu oyun yapı olarak ona benziyor ancak daha iyi, daha keyifli, daha dolu.

Yazmadan geçmek istemediğim bir şey var: Bu oyunda bütün ince detaylar düşünülmüş. Sürdüğünüz aracın hangi kapısından inebileceğinizden tutun da, kendi yıktığınız binanın altında kalmanız ihtimaline kadar. Siper aldığınız köşelerden sarkarak ateş edebilmenizden, yerleştirdiğiniz bir bombayı başka bir silah kullanırken patlatabilme şansınıza kadar. Bunlar hep ufak şeyler ve çoğunu daha önce gördünüz, ancak hepsi bu oyunda mevcut ve oyunu zevkli kılan bu detaylar...

Aslında genellikle böyle uzun incelemeler yazmam, kaldı ki amacım bu oyunu tanıtmak değil. Sadece ne kadar zevkli olduğunu anlatmak istedim ancak o kadar çok zevkli yönünden bahsettim ki, oyunu anlatmış kadar oldum. Şimdi oynamak size kalmış.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Oyun: Burnout Paradise

Burnout oynayanınız var mı? Fazla yoktur herhalde, çünkü bilgisayar platformunda bulunmayan bir PlayStation oyunu... idi, bu seneye kadar. Birbirinden çılgın yarışlara katılmak, hız zevkini sonuna kadar hissetmek ve trafik kazalarıyla ortalığı birbirine katmak istiyorsanız, Burnout Paradise sizin için piyasada. Hatta çıkalı bayağı zaman geçti ama... askerlik işte.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Dizi: Knight Rider (2008)

Vay be... Kara Şimşek. Ne diziydi ama... Tamam, rol yapmayı bırakıyorum! Orijinal diziyi hiç izlemedim, ben doğmadan önce çekilip bitirilmiş bile. Lakin namını iyi bilirim, konuşan araba. Cem Yılmaz'lı Opet reklamları da bu konsepte kanımızın ısınmasında etkili olmuştu. Sene 2009 oldu, bu dizinin 17 bölümlük bir sezonu yayınlandı, devamından haber yok. Kabul ediyorum, yazmakta biraz geç kalmışım ama hiçbir şey için geç değildir.

Velhasıl, eğer izleyecek bir şey bulamıyorsanız (ki bu önemli, sonuçta izlemeye değer daha kıymetli yapımlar olduğunun bilincindeyim), saf macerayı seviyorsanız ve çılgınca şeyler yapabilen bir Mustang görmek istiyorsanız edinip izlemenizi tavsiye ederim. En azından kendi ülkemizdeki dizi sektörüyle karşılaştırabilmek için...

Küçük bir not daha, K.I.T.T.'e can veren ses Val Kilmer'a ait.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Film: Nefes - Vatan Sağolsun

Bugün Nefes'i gördüm. Düşüncelere dalarak izledim, etkilendim. Size de izlemenizi tavsiye ediyorum, ne de olsa böyle filmlere sık rastlanılmıyor.

Öte yandan, birileri bu harika filmi çekerek bize sunarken, işi olmayan başka birisi filmden alelade parçalar kesip, "İzlemeyen Türk değildir" başlığıyla Facebook'a yayacak, adım gibi biliyorum, bakalım kim olacak onlar...

Duygusal milletim benim, seviyorum seni.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Muhtelif: Cicoz

Cicoz. Evet, bildiğiniz Cicoz. Ya da biliyor musunuz? 90'larda çocuk olmanın hatırlattıklarından biri. Bir sakız fiyatına üç sakız alıyoruz diye seviniyorduk. Çok sonraları öğrendik ki malzemeden çalarak ve ucuz maliyetle, bir sakız fiyatına on tane bile yapılabilir. İçine hangi boya ve kimyasalların atıldığı hiçbir zaman ilgilendirmedi bizi; önce mavi olanı yedik, sarıyı en sona bıraktık. Oysa üçünün de tadı aynı değil miydi yahu?

Ya şimdi? Önümdeki şu masada duruyor olsa, üçünü bile ağzıma atıp çiğnemeye başlarım. Kapitalizmi ben mi kurdum ki, onu yüceltecek olan ben olayım?

Bir de "Sulugöz" vardı, belki onu daha iyi hatırlarsınız... Aaa, neden suratınız ekşidi? :)

17 Ekim 2009 Cumartesi

Muhtelif: 3G belası. Merak etmiyor musun?

Kalitesi nedir, faturası nasıldır, henüz hiç bulaşmış değilim bu 3G işine. Ancak bir önceki yazımda yazdığım gibi, şöyle bir sorunum vardı. Telefon ekranımda, sinyal çubuklarını görsem de yanlarında anten resmi değil, 3G yazısı vardı (ki normalde anten resmi vardır bilirsiniz). Sinyal alıyormuş gibi gözükse de, çekmiyordu. Ulaşamıyor, ulaşılamıyordum.

Üç gün böyle sürdü. Geçer diye bekledim. Avea'ya mesaj attım, "Sıkıntınızı müşteri hizmetlerini arayarak giderin gari" şeklinde e-mail attılar bana. Bu esnada, yine bir önceki yazımın yıldızı olan Nokia 1209 ile cebelleştim.

Tam çıldırmak üzereyken, "Ulan bu telefonlarda 3G özelliği kapatılamıyor mu ki?" diye düşündüm. Araştırdım. Buldum.

Böyle bir sorun yaşayacak olursanız (Nokia telefonlarda), Araçlar > Ayarlar > Şebeke menüsüne girin, ve Şebeke Modu'nu "Çift Mod" yerine GSM seçin. Sıkıntınız geçecektir. Benim geçti. "Oh be"!

Alet Edevat: Nokia 1209

Avea'nın yaşattığı saçmasapan bir teknik arıza sebebiyle, hattımı 3G desteklemeyen bir telefonda kullanmak zorundayım, yoksa sinyal almıyor. Ne zaman düzelir bilmiyorum, sorunun benden kaynaklanmadığına eminim.

Neden bunu anlattım, çünkü bahsettiğim 3G desteklemeyen telefon Nokia 1209. Yanda resmini gördüğünüz gudik cihaz. Yapabildiklerine kıyasla, yarısı boyutunda olması gerekiyordu, çünkü konuşmak ve mesaj yazmaktan başka bir işe yaramıyor. Hatta mesaj yazmaya bile yaramıyor.

İçindeki sistemde yazılım hataları var, durduk yere kapanıyor, tuşları mısır patlatıyormuşum gibi ses çıkarıyor, gece kullandığımda ekranın ve (belki tuhaf gelecek ama) tuş takımının ışıkları gözümü alıyor. Daha da tuhaf olan, telefon adeta ışık saçıyor. Mesaj yazmak tam bir işkence. Ekranı çok da ufak olmamasına rağmen, devasa yazı tipi sayesinde ekrana ancak birkaç kelime sığıyor.

Tamam bu saydıklarım normal ama bundan 10 sene öncesine göre. Şu an artık normal değil. Q-klavyesi olan ve internete bağlanabilen bir telefondan buna geçtim, ve "yeni mesaja yer yok" diyerek bana gelen mesajı yok eden bu cihaza karşı öfkeliyim. Kusuruma bakmayın.

Orijinal ve garantili olarak aldım. 70 TL ödedim. Tamam biliyorum 70 ama... bu kadar da olmaz ki?

14 Ekim 2009 Çarşamba

Muhtelif: Farkındalık

Sözde sizi uyarmak, bilinçlendirmek için hazırlanan videoların, görsel olarak ne kadar basit oldukları hissine kapıldınız mı? Çünkü gerçekten iyi video hazırlamayı bilen tüm insanların, yapacak işleri güçleri var...

Geçenlerde Can Dündar'ın "Mustafa" filmini izledim ve izlerken daha iyi anladım ki, önderimiz Atatürk Türkiye'yi, Türklere rağmen kurmuş... "Gün gelir bu kalabalık bizi linç etmek için de böyle toplanır” diyerek, fazladan hiçbir yoruma gerek duymayan bu tespitte bulunmuştur.

Herkes alim, herkes kahin; peki ya siz kimi kime karşı uyarıyorsunuz, bunun farkında mısınız?

6 Ekim 2009 Salı

Film: Metal Gear Solid Philanthropy

Bu aralar sağda solda, ağzımı açık bırakan şeylerle karşılaşıyorum. Bunlardan biri de bir fan filmi olan (yani düşük bütçeli olan ve kar amacı gütmeyen) Metal Gear Solid Philanthropy. Nasıl düşük bütçeli olduğunu, ve neden kar amacı gütmediğini anlayabilmiş değilim, çünkü izlerken yere düşüp yuvarlanan çenemi bulmakta oldukça zorlandım.

Özellikle MGS serisinin hayranıysanız, kaçırmak istemeyeceksiniz. Buyurun buradan izleyin: http://vimeo.com/6784359


Müzik: "Long Gone" - Chris Cornell

Biraz evvelki yazımda Chris Cornell'deki değişimi anlatmıştım. Rock müzikten R&B'ye giden bir değişimdi bu, ancak kendisi özünü unutmamış ve Long Gone isimli şarkısının Rock versiyonunu çıkarmış. Çok da keyifli, pek de haşmetli bir eser olan bu şarkının klibini Dailymotion'dan veyahut Youtube'dan izleyebilirsiniz. Tabii ikisine de erişim engellenirse karışmam.


Muhtelif: 100 (Yazıyla Yüz)

Bu yazdığım, blogumdaki 100. yazı oluyor. Vatana millete hayırlı olsun. İyisiyle kötüsüyle 99 yazıyı geride bırakmışız yani. 3 Nisan 2008'de yazmaya başlamışım, bir buçuk senede 100 yazı az sayılır aslında. Neyse bundan sonra daha çok, daha güzel yazarız inşallah.

Mutedil Mecmua. Siz okuyasınız diye. (Slogana gel!)

29 Eylül 2009 Salı

Albüm: Scream (Chris Cornell)

Soundgarden, Audioslave derken solo kariyeriyle karşımıza çıktı Chris Cornell. Fakat albüm kapağında görüldüğü üzere, rock müzikten sıkılmış olacak ki R&B'ye geçmiş. Tepkiler "Bunun burada ne işi var" sloganlı reklamı hatırlatsa da ben dinledim, dinledim, dinledim... ve sevdim. Değişik bir şey olmuş bu dedim.

Hala dinliyorum, hala seviyorum... ama yine, zevkler ve renkler tartışılmaz.

Dizi: "Türk işi Fringe"

Bundan altı ay önce burada bir anket yayınladım ve büyük bir çoğunluğun "Türk işi Fringe" projemize olumlu baktığını gördüm. Bu doğrultuda, 2010 senesinde gerçekleştirmeyi mutlaka istediğimiz işlerden biri olacak bu proje...

Haberiniz olsun, boş durmuyoruz :)

27 Eylül 2009 Pazar

Muhtelif: Mercedes-Benz 500 SEC

Otomobil dediğin nedir? Bir ulaşım aracından ibarettir kimine göre, kimisi için de bir yaşam tarzıdır (Klişe bir cümle oldu biliyorum). "İlk araba" nedir peki? Her gencin heyecanıdır. Kimisi bir Doğan'la başlar bu maceraya, kiminin çevirdiği ilk kontak anahtarı son model bir BMW'ya ait olabilir.

"Peki ya ben?" sorusunu sordum haliyle, gün gelecek ben de ilk arabamı alacağım. "Ne isterim?" diye sordum kendime. Önce etraftakilerin fikrini aldım. Volkswagen Golf dediler, Polo dediler, Honda Civic dediler. Araştırdım, hepsi ufak tefek, uğur böceği gibi arabalar.

Sonra bir şimşek çaktı aklımda. "Peki ya Mercedes? Evet olabilir, 1980'lere ait tüm kasalarında asalet var. Eh, araştıralım bakalım."

Derken bir model gördüm. Aman yarabbi. Mercedes'in kalitesi, bir Mustang'in asaletiyle çiftleşmiş ve ortaya böyle bir şey çıkmış sanki. Mercedes-Benz 500 SEC, sahip olmak istediğim bir otomobil oluverdi birden.

Olay pahalı araba olması değil, belki zamanında pahalıydı ancak şu an servet ödemeniz gerekmiyor. Olay, otomobilin duruşunda, asaletinde. "Çekilin," diyor, "arabayım ben!".

26 Eylül 2009 Cumartesi

Kitap: Kobay

Kobay, Daniel Keyes tarafından yıllar önce yazılmış ve "Flowers for Algernon" ismiyle yayınlanmış muhteşem bir eser.

Charlie Gordon, zeka özürlü bir yetişkindir ve bir ameliyatla başlayan, zekasını geliştirmeye yönelik bir sürece girer. Bu sürecin sonunda yalnızlıktan ve dışlanmaktan kurtulacağına gönülden inanmaktadır. Ancak öyle zeki bir insan haline gelecektir ki, kendini farklı bir yalnızlığın içine çekilirken bulacaktır...

Kobay, format olarak bir günlük şeklinde yazılmış ve Charlie'nin yaşadığı değişiklikleri an ve an hissetmenizi sağlıyor. Biraz keyifle, bolca hüzünle okuyacağınız bir kitap...


22 Eylül 2009 Salı

Oyun: Need For Speed Shift

"Need For Speed serisi bozuldu" diyen arkadaşlara selam ederek başlıyorum hemen. Zaten böyle düşünenlerin çoğu bu seriye Underground ile başlamışlardır, öyle ki oyunun ismi onlar için "andırgırand"dır zaten. Oysa ki Need For Speed özünde, birbirinden egzotik parkurlarda şık arabalarla yarışma oyunudur.

Need For Speed ProStreet ile bu lezzete geri dönmeye çalışmıştır yapımcılar, ki onu da hatırı sayılır bir süre boyunca oynamıştım ve Blog'umda incelediğim ilk oyunlardan biridir.

Dün de Shift'i oynama şerefine nail oldum, hatta yanımda tezkereyi çoktan almış olan askerlik arkadaşım Emre vardı (benim şafağım 4 :P).

İncelemesi, demosu falan sağda solda bolca mevcuttur. Ancak benden duyacağınız tek bir kelime var: OLMUŞ.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Kitap: İntihar Cinayet

Yakın geçmişteki yazılarımdan birinde Psikopat isimli bir kitaptan bahsetmiştim. Aynı yazara ait bir başka kitap olan "İntihar Cinayet", "Psikopat"ın devamı niteliğinde ve ana karakter Frank Clevenger'ın yeni macerasını anlatıyor. Aynı keyifle okunan bu kitabı, üzerine biraz adli tıp serpiştirilmiş gerilim ve macera hikayelerinden hoşlanan herkese tavsiye ederim...


6 Eylül 2009 Pazar

Muhtelif: Köygöçüren: Ölü Adamın Sandığı

Dikkatli okurlar içinden illaki merak eden vardır: Neden "Film" değil de "Muhtelif" kategorisinde bu eser? Çünkü Köygöçüren'in bir sonraki hikayesi "Ölü Adamın Sandığı", film olmayacak. Üzülenler olabilir, ancak Köygöçüren'in başka filmleri gelecektir, merak etmeyiniz.

Eee, peki ne olacak bu hikaye? Soluk soluğa okuyacağınız, heyecanlı bir roman olacak! Zamanı belli değil, ancak yeterince yazdığımı ve hikayenin güzelce şekillendiğini söyleyebilirim. Hele şu askerlik bitsin, daha iyi yoğunlaşabileceğimden eminim... Afişe ve her türlü yeniliğe Facebook grubundan ulaşabilirsiniz, tıklayın.

Film: The Inglorious Basterds

Bu filmi izlemek için en yüzeysel sebeple başlayalım. "Brad Pitt'in yeni filmi gelmiş oğlum!"gibi. Tarantino ismini duyanlar da hiç şüphesiz merak edenlerdendir, bu biraz daha derinlikli bir sebeptir. Biraz da doğru şekilde reklamı yapıldı mı... Tamam, izlemek için bir sürü yeterli sebebimiz var.

Film mi? Muhteşem. Anlatıp da sizi ikna etmeme inanın gerek yok, gidin izleyin...

Şafak mı? Atarsa 21 :)

30 Ağustos 2009 Pazar

Kitap: Psikopat

Psikopat, Keith Ablow tarafından yazılmış ve hem psikiyatr, hem de katil olan bir adamın hikayesini anlatan bir roman.

Bundan önce Olasılıksız adlı kitabı okuduğumdan, sadece bir kıyasta bulunmak istiyorum. Olasılıksız için söyleyebileceğim söz "etkileyici" ise, Psikopat için de "çarpıcı" diyebilirim. Gerilim ve polisiye romanlarından hoşlanıyorsanız deneyiniz.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Aşk: Sıkar mı Kimisini?

Bazıları, hiç tartışmayan ve birbirlerinin her dediğine 'he' diyen çiftlerin sıkıcı bir ilişkiye sahip olduğunu düşünür. Denir ki, çiftler arada bir tartışacak, doğru yolu bulacaklar. Yine denir ki, daima mutlu görüntü veren ilişkinin samimiyetinden şüphe duyulur.

Yakın bir geçmişe kadar ben de, "Madem herkes öyle diyor, o zaman öyledir" diye düşünürdüm bu konu hakkında. Öyle olmadığını gördüm.

Gerçekten çok mutlu olabiliyor insan, gerçekten günler aylar boyunca hiç tartışmadan çifte kumrular gibi yaşanabiliyor. Bizzat yaşadım yani, bundan daha sağlam kaynak gösteremem.

Uzun lafın kısası, tartışmadan savaşmadan da bal gibi aşk oluyor, tadına da doyum olmuyor. Daima mutlu olunacak bir aşkın varlığına inanmayanlar, şu anki ilişkilerini derhal gözden geçirsin!

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Alet Edevat: Sony Cybershot DSC-T700

Dijital fotoğrafçılık çok keyiflidir. İşin kolayına kaçmak mıdır? Evet. Ama kurban olunur böyle kolaylığa. Fotoğrafı anında çek, anında istediğin yere aktar ve anında baskısını al. Analog makinelerin verdiği keyif veya kendine özel avantajları vardır elbet, ama dijital devrimin sağladığı kolaylıkları inkar edemeyiz.

Bundan önce sırasıyla Kodak DX6490 ve Kodak Z1275 kullandım. Yani önce "SLR-Gibi" denilen sınıfta kocaman bir makineyle, ardından kompakt bir ürün olan Z1275 ile fotoğraflar çektim. Her iki makinede de bugüne kadar 10000 üzerinde fotoğraf çektiğimi de belirteyim.

Eee, doydu mu gözüm? Yok, doyar mı hiç. Sony'ye bir şans vermek istedim ve "ultra kompakt" sınıfındaki DSC-T700 modeline göz koydum. Allaha şükür satın da aldım.

Her şeyden önce söylemem gerekiyor, T700 muhteşem bir oyuncak. Cebinizden çıkarmanız bir saniye, kapağı kaydırmanız ve açılması iki saniye, ölümsüzleştirmek istediğiniz o anı hemen yakalayabilmek ise pahabiçilmez... T700 4GB dahili hafızaya sahip, 2 cm'den daha ince, 10 megapiksel çözünürlük ve 4x optik zum ise gayet yeterli. Gülümseme yakalama modu çok eğlenceli, boşuna oyuncak demiyorum şu alete :)

Peki fotoğraf kalitesi nasıl? Eleştirilecek nokta burası diyebilirim. DSC-T700, çoğu zaman profesyonel ve canlı renkler sunsa da, bazen devasa megapikselli bir cep telefonu kamerası gibi davranıyor. Özellikle yüksek ışıkta, nesnelerin kenarlarında parlamalar oluyor. Gavurların "bloom" olarak tabir ettiği durum söz konusu yani. Öte yandan otomatik olmaya pek hevesli bir makine kendisi. Fazla ayar yapmanıza izin vermiyor. Bu kötü bir şey mi? Değil, çünkü makine her türlü ortamda, ortalamanın üstünde fotoğraflar çekmeyi başarıyor.

Peki neden DSC-T700? T900 de var, paranız varsa. Ancak T700 yukarıda saydığım özellikleriyle, T serisinin en "alınabilir" ürünü... Bence.

Kimler almalı? Bu incecik makineyi James Bond edasıyla cebinden çıkarıp, çabucak istediği görüntüyü yakalamak, ve makineyi çabucak cebe geri indirirken muzipçe gülümsemenin verdiği dayanılmaz hafifliği yaşamak isteyenler...

30 Temmuz 2009 Perşembe

Aşk: Ya da Daha Ötesi

Onu kollarımın arasına aldığım an, daha mutlu olamayacağımı biliyorum. En az "aşk" kadar güzel o duygu, ama ötesinde bir şey. Adını bilmiyorum, tarif de edemiyorum, ancak hisseden bilir.

Daha da destan yazarım aslında, şu kalbimden taşanlarla. Ama onlar bende kalsın, hem ben anlatmasam da bilen bilir.

Seven bilir...

26 Temmuz 2009 Pazar

Kitap: Afyon Çiçeği

Afyon Çiçeği, Sebastian Faulks tarafından yazılmış ve geçen sene piyasaya çıkmış bir James Bond romanı. Tabii ben daha yeni okudum, sizlere de tavsiye etmek istedim. Son iki Bond filminde oynayan Daniel Craig'i hayalimde canlandırarak baştan sona keyifle okuduğumu söyleyebilirim.

James Bond'u veya polisiye romanlarını seviyorsanız, siz de buyurun...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Muhtelif: Hayat

Bazen hayat gerçekten kısaymış gibi görünüyor. Yani, zaten öyle derler ama kişinin bunu hissetmesi önemli. Gidip her yeri görmeli, bir sürü kitap okumalı, çok şey öğrenmeli diyor insan.

Siz de öyle diyor musunuz?

Bence öyle... Oturmayın artık şu koltukta, çıkın dışarı!

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Muhtelif: Askerin Seyir Defteri

Temmuz ayının sonunda, şafak 50'ye yaklaşmışken yıllık iznimi kullanmaya karar verdim. Bu süreçte beni kah İstanbul sokaklarında, kah Bodrum plajlarında görebilirsiniz. Ben de sizi görebilirim tabii. Bolca fotoğraf çekmeyi düşünüyorum, bu fotoğrafları da muhtemelen facebook galerimde görebileceksiniz.

Uzun lafın kısası, ben iyiyim, ya siz?

16 Temmuz 2009 Perşembe

Muhtelif: Alayına Tugayına İsyan

Gözlerimi kapadığımda istediğim yerde olabiliyorum ben. Askerdeyken çok işe yarıyor. Bazen İstanbul'dayım, Kadıköy'ün rüzgarına bırakıyorum kendimi, sevgilim kollarımda. Bazen Eskişehir'deyim, memleketimde. Ya da Bodrum'da, sahile inmekteyim, denizin soğuk sularından birkaç adım ötedeyim sadece.

Askerliğimin ilk gününü hatırlıyorum, veya herhangi bir gününü, hepsi dün gibi ama aslında üç ay geçiverdi. İki aylık bir askerlik süreci kaldı önümde, Allahın izniyle onun da üstesinden geleceğim. Kısa dönemleri kastederek "Sizin yaptığınız askerlik mi be!" diyenleri gıdılarından öpüyorum.

Eylül bittiğinde normal yaşantıma dönmüş olacağım. Kendime ve bütün kısa dönemlere Green Day'den "Wake Me Up When September Ends" (Eylül bittiğinde beni uyandır) adlı şarkıyı armağan ediyorum.

Hayat güzel... Vallahi!

Albüm: Biz Ayrıldık (Özgün)

Özgün, bir süredir severek takip ettiğim isimlerden birisi. Geçtiğimiz ay piyasaya çıkan albümünü çıktığı zamandan beri dinliyorum (askerdeysek müzik dinlemeyecek değiliz herhalde). Kesinlikle muhteşem bir albüm olmuş. Müziğin altyapısında İskender Paydaş olunca, üzerine çokça uğraşılmış melodiler ve Özgün'ün her tarza giden sesi ile harika bir sonuç çıkmış ortaya.

"Her şarkısı sevilesi albümler" kategorisine giren bu eseri edinin lütfen. Pişman olmayacaksınız...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Muhtelif: Askerlik Üzerine

Askerlik dünyadan kısmen koptuğunuz, birdenbire kendinizi yabancı bir dünyada bulduğunuz bir süreç. Kuralların farklı işlediği bir dünya burası. Ne kadar zengin olduğunuz önemli değil, tek bir kantin varsa ve kantini işleten asker nöbete gittiyse aç susuz kalırsınız. Ne kadar saygıdeğer olduğunuz da önemli değil, rütbesi sizden yüksek birine ters bir söz söyleyin hele.

Öyleyse nesi güzel bu askerlik denen oyunun? Cevap soruda saklı, bir oyun olması. Dünyada kim olduğunuz gerçeğini bir kenara koyup, bir süre için bambaşka biri haline bürünmeniz.

"Askerliğin neresi oyun?" diye sorarsanız, bilin ki sınır karakollarında vatanı korumak için canını ortaya koyarak savaşanlara değil sözüm. Benim sözüm kağıt üzerinde yapılan askerliklere, getir-götür işlerinin dönen çarkına. Birileriniz mutlaka onyıllardır kullanılmamış askeri malzemelerin tozunu alarak tamamlamıştır askerliğini, bir başkası da gençliğinin en güzel zamanlarını mıntıka temizliğinde kozalak ve izmarit toplayarak geçirmiştir...

Neden böyle peki? Disiplin. Disiplinin tanımı; Kanunlara ve nizamlara mutlak bir itaat ile astın ve üstün hukukuna riayet etmektir. Askerliğin temeli disiplindir. Sizler son derece saçma emirler de verilse onları yerine getirmek zorundasınız, çünkü aslında o emirler saçma değil.

Askerlikte mantık yoktur derler. Doğru değil. Yapılan her şeyde bir mantık vardır, ancak yapılış şekilleri mantıksız görünebilir...

Peki ben nereye ulaşmaya çalışıyorum?

Bilmiyorum, sadece yazdım hiç durmadan...

27 Haziran 2009 Cumartesi

Film: Knowing

Knowing (Kehanet), başrolünü Nicholas Cage'in oynadığı bir macera filmi. Dünyanın sonunu anlatan filmleri daha önce de gördük, fakat bu filmi diğerlerinden farklı yapan bir şey var. O da filmin, tutunmak için bilim veya dini seçebilecekken, ikisinin tam orta yolunu bulmaya çalışması. Bunu da başardığını düşünüyorum, izlemek isteyenlere tavsiye ederim. Görsel olarak da çok etkileyici olduğunu belirtmek istiyorum.

"Sen her hafta film izleyip buraya yazıyorsun, ne biçim askersin?" diyen dostlarımı da sevgiyle kucaklar, göz kapçıklarından öperim. Şafak 82.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Muhtelif: Gelişigüzel (Haphazard)

Askerdeyken bile boş durmuyorum. Aklıma gelen bir fikirden yola çıkarak inşa ettiğim "Gelişigüzel"in ne olduğunu, 90 gün sonra askerliğim bittiğinde öğreneceksiniz. Onunla buluşmanız ise 2010 yılını bulacak. İnşallah.

Şimdilik sizi bu müstakbel fenomenimizin Facebook grubuyla başbaşa bırakıyorum.

11 Haziran 2009 Perşembe

Muhtelif: National Geographic

Askerlik boyunca dünyadan kopmanın karşılığında bu ay bir çok dergiyi satın aldım ve fırsat buldukça okudum. Çoğu dergi, sayfaları kaplayan fotoğrafları ve iri puntolu yazılarıyla, hatim etme modunda okusanız bile bir iki saati geçmeyecek nitelikteydi. National Geographic ise içlerinde en dolu, en bilgilendirici olan dergiydi, üstelik okuma süresi olarak sizi çok daha fazla oyalıyor. "Ne dergi alsam" diye düşünenlere duyurulur...

Film: The International

Kritiğini yapmanın bana düşmediğini düşündüğüm bir filmle karşınızdayım, sadece fikirlerimi belirtmek ve duymayanlara duyurmak istiyorum: Clive Owen ile Haluk Bilginer'i aynı filmde, hem de İstanbul'da görebileceğiniz ve entrikalarıyla sizi içine çeken bir film bu. Finali konusunda kararsızım, belki güçsüz belki de yeterliydi, ama seyrettiğime pişman olmadım. Karar sizin.

Kitap: Çanlar Kimin İçin Çalıyor

Aşk nelere kadir, ortalama bir kitap okuyucusunu bir kitap kurduna çevirebiliyor. İşte biricik kız arkadaşımla beraber seçip okumaya koyulduğumuz kitaplardan biri de, Hemingway'in ünlü romanı "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" oldu.

Roman İspanya'da iç savaş yaşanan dönemi anlatıyor ve 1940'larda yazılmış. Hatta sonradan filmi de çekilmiş 1950'lerde, ancak modern bir sinema uyarlamasının ne kadar güzel olacağını düşündüm kitabı okurken. Belki gün gelir de yeniden filmini yaparlar, siz de bu satırları hatırlayıp gülümsersiniz.

Çanlar Kimin İçin Çalıyor, iç hesaplaşmalarıyla yer yer sıkıcı olsa da, savaşın ve romantizmin yaşandığı anlarda verdiği müthiş detaylarla sizi yormuyor, aksine bir film gibi hepsinin gözünüzün önünde canlanmasını sağlıyor. Bu kitabı okurken, tıpkı görüntü yönetmenliğini yaptığım bir filmi izler gibiydim.

Akıllara kazınacak anları ve duygu yüklü finaliyle, klasik severlerin mutlaka okuması gereken bir eser... Tabii savaş romanlarını seviyorsanız.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Muhtelif: Bir Askerin Günlüğü

Henüz istediğim yere ulaşamadım. Hedefe yaklaştım ama tam varamadım, araya askerlik girdi. Hedefim bir zirve, ancak çok yüksek değil. Zirvede bırakmak istiyorum bazı şeyleri, örneğin çok güzel bir film çekmek istiyorum, örneğin muhteşem bir hikaye yazmak istiyorum. İşte benim zirvem. Oraya ulaşınca, hevesimi alınca, bırakırım... belki. Büyük ihtimalle.

Şimdilik askerliğimi bitirmeliyim.

Şafak 99...

28 Mart 2009 Cumartesi

Muhtelif: Vaziyet Bildirimi

Nisan ayından itibaren şanlı Türk ordusunun bir parçası olacak ve bir süreliğine evimden, hayatımdan uzakta olacağım. Bu internetten de uzak olacağım anlamına geliyor, en azından acemilik süreci boyunca. Buraya bir daha ne zaman yazabilirim bilmiyorum, o yüzden gitmeden evvel içimi dökeyim ferah ferah.

Web sayfamda da belirttiğim üzere bazı iddialı projelerim var ancak bunlar en erken 2010'da gerçekleşecek çalışmalar. Bunun sebebi de ben askerden döndüğümde, bir çok çalışmayı birlikte yaptığım arkadaşım Mehmet Kurt'un askere gidecek olması. Yani -en az- bir seneyi gözden çıkarmamız gerekiyor...

Elbette askerden döndüğüm zaman Mehmet'in dahil olmayacağı birkaç çalışmam olacaktır. Şimdilik ortada bir şey yok tabii.

"Türk işi Lost" sloganıyla tanıdığınız Höst'ten sonra "Türk işi Fringe" dizisi çekmek de gelecek planlarımız arasında. Şimdilik daha çok detay vermek için erken...

Son olarak eğer askerliğimin ilerleyen günlerinde internet erişimim olursa, tecrübelerimi ve hatıralarımı burada sizlerle paylaşacağım.

Şimdilik kendinize iyi bakınız...

2 Mart 2009 Pazartesi

Film: Hakiki Kesit

Ocak sonu ve Şubat başına denk gelen, Ankara ile başlayıp İstanbul'da son bulan bir tatili, bütün çıplaklığıyla ancak kimseyi soymadan gözler önüne seren yeni yapımımız yayında. 50 dakika boyunca kâh gülecek, kâh manzaraya dalacak, sonra yine kâh güleceksiniz. Buyursunlar efendim...

http://www.vimeo.com/3280457

20 Şubat 2009 Cuma

Dizi: Höst 6. Sezon!

Blogumda yaptığım ankette de gördüm ki şu ana kadarki projelerimden en çok beğenilen Höst olmuş. Hem de oy verenler gayet ezici bir çoğunlukta.

Ben de bir müjde vermeye geldim, yeni sezonumuz yayında! Bitti sanılan, bitti bitecek denilen, hatta bitsin artık denilen dizimiz devam ediyor...

Höst 6x01 - "Rüyalarda Buluşuruz" bölümünü izlemek için buraya tıklayın.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Muhtelif: Bir Başka Alışveriş Hikayesi

Geçenlerde Asus'un EEE PC 900 modeline göz koymuş bulundum. Küçük ve hesaplı bir bilgisayar kendisi. Ağır donanımlı bir ürün olmamasına rağmen birkaç sene öncesinin bilgisayarlarına taş çıkartan bir performansı var.

Neyse konuya gelelim, geçen hafta bu ürünü Eksen Bilgisayar'dan sipariş ettim. Ayın 20'sinde elimdeydi. Yeni oyuncak almış bir çocuk edasıyla pakedi açıp kurcalamaya başladım. İçindeki işletim sistemini sevmedim, Windows XP kurmak istedim. Biraz uğraştırıcı bir sürecin sonunda kurmayı başardım, ardından sürücüleri ve gerekli programları yükledim. Ayın 21'inde, her şeyiyle kullanıma hazır bir bilgisayarım vardı.

Ne olduysa ertesi gün, 22'sinde oldu. Birden bire ekranın orta yerinde, yatay ve incecik beyaz bir çizgi çıktı. İnternette yaptığım araştırma sonucunda bu duruma en uygun açıklamanın "Stuck Pixel" (Sıkışmış Piksel) sorunu olduğunu gördüm. Yani LCD ekranındaki pikseller tamamen ölmüyor (Ölü piksel siyah renktedir), ancak bozuk renkler gösteriyor.

Bilgisayar çalışıyordu çalışmasına, ancak ekranın ortasında incecik ve boydan boya bembeyaz yatay bir çizgi olması, çorbadaki sinek misali bütün olayı bozuyordu. Çabalarımın yersiz olduğunu ve sorundan kurtulamadığımı fark edince, tekrar Eksen Bilgisayar ile iletişime geçtim ve o akşam bilgisayarı kargo ile yolladım.

Bu noktaya dikkat çekmek istiyorum: 22 Ocak Perşembe günü idi ve akşamında İzmir'den yollanmış bir kargo muhtemelen ertesi gün ancak İstanbul'a varacaktı. Firmanın bana geri bildirim yapması da muhtelemen ertesi haftaya sarkacaktı, en azından tahminim böyleydi.

Peki ne oldu? Bugün ayın 24'ü, Cumartesi. Ne olduğunu öğrenmek için telefon ettiğimde bilgisayardaki arızanın tespit edildiğini, yenisinin yollandığını ve hatta o an bana en yakın kargo bayisinde olduğunu öğrendim. Şu an bu satırları yazarken bir yandan yeni bilgisayarıma, yeniden Windows XP kuruyorum.

Sonuç? Eksen Bilgisayar'a, bu tüketiciye göstermiş olduğu hizmet ve ilgiden dolayı teşekkür ediyorum. Bu da kayıtlara böyle geçsin.

18 Ocak 2009 Pazar

Film: Max Payne

Bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir olan herkes, karanlık koridorlarda koşturan ve havada süzülerek düşmanlarına kurşun saçan bu korkusuz polisi hatırlayacaktır. Max Payne. Yıllar önce çıkan oyunun ardından filmi de yapıldı. İyi mi oldu? Benim değinmek istediğim nokta da bu.

Max Payne oyununu oynayanlar, diyalogların ne kadar derin olduğunu, bu dramın içine serpiştirilen mizahı ve aksiyonun bolluğunu hatırlayacaktır. Max Payne filminde ise derinliğe lafım olmasa da, aksiyonun az, mizahın ise tamamen eksik olduğunu söylemek zorundayım. Takdir ettiğim tek şey, filmin oyundaki junkie (bağımlı) tiplerin Valkyr uyuşturucusu ile nasıl bir etki altında kaldığını görme fırsatı vermesi.

Bu film, bundan çok daha iyi bir "Max Payne" filmi olabilirmiş. Ancak ismine takılmadan, beklentiye girmeden izleyen sıradan bir sinema seyircisi için doyurucu bir macera olduğunu da kabullenmek lazım. Ben bu satırları yazarken ailemin salonda büyük bir heyecanla filmi izliyor olması da bunu açıklıyor olsa gerek.

Muhtelif: 15 Ajana Saldırdım

Güçlü Soydemir'in "Onbeş Kişiye Saldırdım" adlı şarkısını duymuş ve dinlemiş olabilirsiniz. Ben de bu fantastik (!) şarkının verdiği ilhamla, kendimi Matrix görüntülerinden bir klip hazırlarken buldum. Klibi tamamlamak çok kısa sürdü, ancak ortaya çıkan sonuç pek hoş.

Keyifle seyrediniz:

http://www.vimeo.com/2862714

17 Ocak 2009 Cumartesi

Film: Köygöçüren 2

Köygöçüren yapımında bulunduğum ve rol aldığım son film. 5000 civarında mütevazı bir izlenme sayısına sahip, ancak elbette daha geniş bir kitleye ulaşmasını isterim.

Şu sıralar Köygöçüren 2'nin hikayesini yazıyorum ancak bu hikaye bir kısa metrajlı filmden çok, dizi film olmaya aday. Detaylı bir olay örgüsü oluşturduğum için, hikayenin nasıl filme alınacağına karar verebilmiş değilim.

Bunu okuyan televizyon yapımcıları varsa bilsinler ki, Köygöçüren 2 biraz kaynak ve imkan ile şu an çöküşte olan dizi sektörünü kurtarabilecek bir dizi film projesi haline gelebilir :)

Film hakkında biraz daha fikir sahibi olabileceğiniz ve destek verebileceğiniz facebook grubuna ulaşmak için buraya tıklayın.

11 Ocak 2009 Pazar

Muhtelif: "Montaj bu, montaj!"

Bana gelen e-mailleri göz önünde bulundurarak sinematik eserlerimin yapım esnasında hangi aşamalardan geçtiğine kısaca değinmek istedim.

Öncelikle kameranızla çekmiş olduğunuz görüntüleri bilgisayara aktarmanız gerekiyor, bu işlemi en kaliteli şekliyle bir firewire kablosuyla yapabilirsiniz - tabii eğer yoksa bir de firewire kartı satın alıp bilgisayarınıza takmanız gerek.

Aktarma (daha doğrusu yakalama yani "capture") işlemini yapmak için aynı zamanda bir yazılıma ihtiyacınız var, bu da büyük ihtimalle montaj işlemini yapacağınız programda mevcuttur o yüzden bu programlardan birkaçına değinelim.

Ulead Media Studio: Bu program yeni başlayanlar için birebir, her türlü kolaylığı sunan ve istediğiniz sonuca kısa yollardan ulaşmanızı sağlayacak bir çözüm. Son çıkan sürümlerinde görsel efektlerin oldukça zenginleştirilmiş ve çeşitlendirilmiş olduğunu da belirteyim.

Adobe Premiere: Özellikle yarı profesyonel kullanıcılar tarafından kullanılan en popüler program olan Premiere, Ulead'e kıyasla daha detaylı bir arayüze sahip. Ancak unutmayalım ki detaylar ve seçenekler ne kadar artarsa, yaratıcılığınızı o kadar iyi konuşturabilirsiniz. Karışık olmasına rağmen pratik olması ise programın en güzel yanı.

Sony Vegas Studio: Daha az bilinen ancak Premiere gibi güçlü olan ve ince ayarları kurcalamaya olanak sağlayan bir düzenleme programı. Yeni başlayanlar için önerebileceğimi sanmıyorum, fazla da kullanmadım açıkçası. Fakat piyasanın önde gelen ürünlerinden biri.

4 Ocak 2009 Pazar

Web: tayfuntuna.com

Bugüne kadar ufak tefek web sayfası çalışmalarım olmuştu, ve genellikle "Neden .com uzantılı site almıyorsun daha şık olur" diyenler oluyordu. Nihayet ben de bu fikre ısındım ve eserlerimi paylaşmak üzere kendi web sitemi yayına soktum. Tasarımını kendim yaptım, şık ve sade olmasına özen gösterdim. Kibarca tıklayınız:

http://www.tayfuntuna.com