27 Aralık 2008 Cumartesi

Muhtelif: Ülker Çizi Zeytinli Kekikli

Şimdi sevgili okuyucularımdan bazıları "Bula bula bunu mu buldun yazmaya?" diye soracaktır. Evet, bunu yazdım. Ama bir sor bakalım, niye yazdım?

Uzun yolculuk yapanlar, bu esnasa ağır yemek yerlerse buna pişman olduklarını bilirler. Karın ağrısı yapar, araba tutar vesaire. Bu sebepten yolculuk esnasında asıl amaç, mümkün olduğunca "açlığı yatıştırmak" olmalıdır.

Çizi Zeytinli Kekikli Kraker ile bir yolculuk esnasında tanıştım, midem kazınmaktaydı. Benzincinin marketinden kendisini edindikten sonra yemeye başladım. Çizi zaten keyifle yediğim bir üründü, zeytin ve kekik ise öylesine hoş ve doğal bir lezzet katmış ki anlatamam. Deneyiniz.

Markaya göre hareket edenler de bu zevkten mahrum kalsınlar, napalım. (!)

25 Aralık 2008 Perşembe

Web: supermem.net

Saygıdeğer kaygıdeğmez arkadaşım Mehmet Kurt, nihayet (benim de biraz gaza getirmemle) kendi web sitesini açtı. Sitede kendi çalışmalarını sergiliyor ve tarzını da siteye yansıtıyor.

Kendisi sitede benim bloguma link verdiği için, ben de adettendir diyerek onun reklamını yapmayı borç bilirim. Giriniz, eğleneceksiniz:

www.supermem.net

4 Aralık 2008 Perşembe

Muhtelif: Gerçek

Sizlerle paylaşmaya değer bulduğum bir takvim yaprağı alıntısı:

Cebrail Aleyhisselam'dan:

Yâ Muhammed (S.a.v.),
  • Dilediğin kadar yaşa, muhakkak öleceksin.
  • İstediğin kimseyi sev, mutlaka ondan ayrılacaksın.
  • Dilediğin ameli işle, şüphesiz onun karşılığını göreceksin.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Muhtelif: Kızlar ve Gençlik

Hatırlıyorum, bir zamanlar ben 15-16 yaş civarındayken bütün güzel kızlar 20 yaşlarındaydı.

"Bir gün," dedim, "bir gün nasıl olsa ben de yaşça büyüyeceğim, o zaman sorun kalmayacak".

Ve nihayet o günler geldi, 20 oldum 21 oldum. Şimdi bütün güzel kızlar 25 yaşlarında...

28 Kasım 2008 Cuma

Müzik: The Nightwatchman

Ne dehşet adam şu Tom Morello. Tanımıyor musunuz yoksa? Hiç Rage Against the Machine veya Audioslave dinlediniz mi? İşte o şarkılarda duyduğunuz elektro gitardan çıkan seslerin sorumlusudur kendisi. Audioslave dağıldıktan sonra tekrar R.A.T.M grubuna dönmüş olsa da, grup yeni albüm çıkarmadan turnelerde gezdiği için, kendi eserlerinden oluşan albümler yapmaya karar vermiş.

Şu ana kadar çıkmış iki albümü var, bir tanesi yeni sayılır. Ancak sanılanın aksine gayet akustik bir tat var "The Nightwatchman" kimliğinde, country ve folk tarzının esintileri mevcut.

Tavsiye ettiğim şarkıları One Man Revolution, Garden of Gethsemane, Flesh Shapes the Day, Battle Hymns, Until The End - yeni albümden de Whatever it Takes ve The King of Hell.

Gitarının tellerine gurban olam Tom abi.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Muhtelif: Romantikler ve Diğerleri

Sen benden giderken ben de senden gittim, giderken de seni yanımda götürdüm haberin yok... Ben ne saçmalıyorum? Sadece girizgah eyledim.

Bu gibi satırlara rastlayabileceğiniz binlerce blog var. Genellikle bayanlar tarafından yazılır böyle bloglar, hatta yanlarına yaygın olarak kırık kalp, melek kanatlı masum kız fotoğrafları koyulduğu görülür.

Bu tür blogları yazan bayanlar genellikle kendilerinin fotoğraflarını mümkün mertepe tepeden çekerler; fotoğrafın kontrastıyla oynayarak yüzlerini bembeyaz, burunlarını görünmez yaparlar (Burun deliği iki tane nokta olarak gözüküyor öyle olunca, çok da komik oluyor buradan duyurulur).

Bunları ilk tespit eden ben değilim elbet, bahsettiğim şeyler nasıl da gözünüzün önünde canlanıverdi değil mi?

Bir de biz erkeklere derler, "Hepiniz aynısınız" diye...

14 Kasım 2008 Cuma

Muhtelif: Sivrisinek

Yaratanın insan evladına bir imtihanı olarak yaratılmış bu mahluktan bahsetmek istedim biraz. Kendisi havayı analiz ederek kimin kanının datlı (!) olduğuna karar verir, taarruza geçtiğinde lokal anestezi yaparak ısırıldığınızı hissetmenizi engeller. Sadece dişi olanları, beslenmek ve yavrularını beslemek amacıyla ısırır.

Çok pis tatlı kaşınır sonra.

Evet her ne kadar görüldüğü anda etkisiz hale getirilmesi gereken tehlikeli bir canlı olsa da, yeteneklerine hayran kalmamak elde değil, bunu da böylece paylaştım sizlerle.

Bir de gece uykudan vızıltısına uyanmak kabus gibidir hani!

13 Kasım 2008 Perşembe

Oyun: Fallout 3

Yıllar önce büyük bir hevesle, hayal ürünü çizgiroman dergilerinin resimleri eşliğinde kurduğunuz Fallout oyununun hemen başında Vault 13'ten çıkarken neler hissettiniz?

O karanlık mağarada yolunuzu ararken karşınıza çıkan dev fareleriyle güç bela savaştıktan sonra, doğdunuzdan beri ilk kez gördüğünüz güneş ışığı muhteşemdi değil mi?

Aslında, o an gördüğünüz ekranın birkaç saniye içinde bembeyaz olması ve sonraki bölümün yüklenmesinden ibaretti. Ancak oyunun atmosferi sayesinde her küçük detaydan büyük bir zevk alıyorduk, hayal gücümüze bırakılmış bir şeydi bu.

Şimdi Fallout 3 çıktı. Öncelikle belirtmek istiyorum, oyunun yapımcılarının bir önceki eseri olan Oblivion'u severek oynadım, hatta boy boy eleştirenler bile severek oynadı. Çünkü bir oyunda aradıkları eski tadı bulamamaları, o oyunun kötü olduğu anlamına gelmez. Fallout 3 için de aynı şey geçerli, hatta bu oyunun her yerinden Oblivion fışkırıyor çünkü aynı oyun motoruyla yapıldıkları belli. Fakat şöyle bir düşünüyorum da, böylesine büyük ve detaylı bir dünyayı yansıtmak için Oblivion'un altyapısı mükemmel bir seçim olmuş bence.

Gelişen teknolojiyle birlikte bazı şeyler ister istemez hayal gücümüz yerine teknolojiye yaptırılıyor. Bu sefer oyunun başında güneş ışığını gördüğümüz o muhteşem anı gerçekten tecrübe ediyoruz (oyunun türünün FPS olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım). Bu kez (mesela) bir bardağı incelemeye kalkınca "Eski bir bardak. İçinde kirli su var." gibi yazılar görmüyoruz, çünkü bardağın kendisi yakından görüyoruz zaten. Bu da hayal gücü öğesini kısmen de olsa devreden çıkaran bir şeydir ve bu biraz da kaçınılmazdır, nice oyuncunun "Oyunun eski havası yok" şikayetinin arkasında bunun olduğunu düşünüyorum.

Başta dediğim gibi, bunlar oyunun kötü olduğu anlamına gelmez. Fallout 3 sizlere kocaman bir dünya sunuyor ve bence atmosfer konusunda hiç de fena bir iş çıkarmıyor. Dilerseniz gerçek zamanlı olarak çatışabildiğiniz, dilerseniz VATS sistemi ile oyunu durdurarak strateji kurabildiğiniz esnek oyun yapısı ise muhteşem olmuş, bence. VATS ile yaptığınız saldırıların bizlere sinematik olarak sunulmasıyla oyun tam bir görsel şölen haline geliyor.

Hasretle aradığım tek şey ise eski oyunun müzikleri. Hatırlarsanız eski oyunun genelinde öyle müzikler çalardı ki her notasından umutsuzluk fışkırırdı. Hatta bu oyunun en büyük problemi bu olabilir, Wasteland (oyunun geçtiği yer) içinde bulunmaktan mutlu olan, gülümseyerek gezen insan sayısı oldukça fazla. Hatırlarsanız ilk oyunda herkesin hayattan bezmişliğini hissederdik. Öyleyse şunu rahatça söyleyebiliriz ki Fallout 3 yeterince karamsar bir atmosfer yaratmıyor.

Eee, nedir şimdi? Önceki oyuna kıyasla bir sürü kusuru bulunabilecek, ancak kendi başına ele alındığında rol yapma oyunlarını sevenlerin saatler geçirmekten çok zevk alacağı bir oyun var.

Barmen, bu satırları okuyan herkese benden Nuka-Cola!

11 Kasım 2008 Salı

Oyun: Far Cry 2

Afrika konulu oyun yapmak bu aralar moda oldu sanki, oyun sektörünün de bir trendi olduğunu söylemek yanlış olmaz galiba.

Neyse çok anlatasım yok aslında ama kısaca değineyim, kavurucu sıcakların ortasındayız. Bir yandan sıtma hastalığı, diğer yandan terör estiren çeteler ve bunlara silah tedarik eden bir çatlak ile yüzleşmek zorundayız.

Araba tamirinden baygınlık seanslarına kadar her türlü sahneyi tamamen karakterin gözlerinden görüyoruz, ve tam çatışmanın ortasında tutukluk eden silaha sıkışan fişeği çıkarmaya çalışmak büyük bir heyecan veriyor.

Tarzı seviyorsanız kesinlikle deneyin. Zaten seviyorsanız çoktan denemişsinizdir de, neyse artık, yazmış bulundum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Film: Street Kings

Az evvel bir film izledim de, yatmadan evvel bir şeyler yazayım dedim.

Keanu Reeves ilginç bir adam. Rol yapabiliyor-yapamıyor, iyidir-kötüdür şeklinde karşılıklı yorumlar yapılagelmiştir bugüne kadar, ben o kısımlara girmeyeceğim tabii. Kendisini bir filmde oynuyorsa, en azından nasıl bir filmdir diye merak eder bakarım, böyle bir etkisi vardır bir çok kişinin üzerinde.

Street Kings, uyuşturucu çeteleri ve Los Angeles polis teşkilatı arasındaki dallı budaklı entrikaların anlatıldığı, hareketli filmler severler için hoş sahneler bulunduran (Tabii ki katıksız bir aksiyon filmi değil), klişe olmasına rağmen seyretmesi zevkli bir film.

Muhtemelen çok büyük bir beklentiyle izlemediğim için filmin genelinden keyif aldım, sakin bir pazar akşamı salona kurulup izlenebilecek filmlerden biri.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Muhtelif: Bir Alışveriş Hikayesi

Millet olarak yaygara çıkarmakta üstümüze yok, aldığımız bir üründe sorun yaşandığında hakkımızı aramayı çok iyi biliyoruz (keşke ülkeyi idare edenler için de aynı şeyi yapabilsek!). Bu konuda açılmış, ürün ve firma şikayetlerinin bir bir sıralanabileceği bir web sitesi bile var.

Amma ve lakin memnuniyetimizi ifade etmekte çok güçlük çeken bir insanımız var. Ben bu garip durumu bir kenara bırakarak, başıma gelen güzel bir alışveriş olayından bahsetmek istiyorum.

Bir süredir Nokia'nın E61 modeliyle ilgileniyordum. E71 modelinin çıkmasıyla biraz daha ucuzladı ve ben de fiyat araştırmasına koyuldum. 600-700 YTL civarında fiyatlar buldum, karşıma çıkan en güzel fiyat ise hepsiburada.com sitesine aitti ki bu fiyat 499 YTL (kdv dahil) idi. Cimri günüme denk gelmiş olacak ki, bu fiyatı bile yüksek buldum (halbuki cihazın özelliklerini biraz inceleseniz uygun bir fiyat olduğunu düşünebilirsiniz.

Ümitlerim tükenmek ve ben bu alışverişi ertelemek üzereyken, Genpa'nın web sitesine girmiş bulundum. Bir de ne göreyim? Nokia E61. 359 YTL! Baktım, inceledim, bir eksiğini göremedim ve hemen sipariş verdim. Sipariş verdikten kısa bir süre sonra fark ettim ki, bu düşük fiyatını bir Outlet ürünü olmasına borçluymuş.

Bu olayın ardından kısa süreli bir şüphe yaşadım. Açıklamaya göre sitede Outlet ürünleri kategorisinde bulunanlar, kontrol amacıyla kutusu açılmış veya ambalajı hasar görmüş, bunun dışında hiçbir kusuru bulunmayan ürünler. "Kutusu yamulmuş veya bir iki kez ellenmiş olsa ne olacak, bu fiyata bu telefona razıyım!" dedim ve beklemeye başladım.

Siparişten bir saat sonra telefon ile onay için aradılar, ertesi günün akşamında (yani bu akşam) telefonuma kavuştum. Kutu kapağının açık olması dışında, sıfır bir üründen hiç farkı yoktu. Bataryasını taktım ve şarj etmeye başladım.

Genpatech'e buradan teşekkür ediyorum, Outlet ürün konsepti sayesinde bu ürüne yarı fiyatına sahip olma fırsatı verdikleri ve hizmette kusur etmedikleri için.

Sonuç? Hayatımın en kârlı alışverişlerinden biri!

3 Kasım 2008 Pazartesi

Muhtelif: Exotic Shorthair

Minnoş dediğin böyle olacak! Exotic Shorthair adıyla sınıflandırılmış, muhteşem manalı gözlere sahip bu kediler, iran ve amerikan kedilerinin çiftleştirilmesinin sonucu. Suç işlemiş gibi bakıyor. Okuduğum kadarıyla oldukça ılımlı, sevecen bir mırnav. Bugüne kadar evimde muhabbet kuşundan daha büyük bir canlı barındırmış değilim ancak böyle bir kedim olsun isterdim...

Muhtelif: Sevgi Üzerine

"Sev çünkü sevmek en kolay" demiş şair. Oysa bizim neslimize, işin kolayına kaçmamak öğretildi... Zaten böylesine bencil hayatlar yaşanırken, insanların bilinçaltlarında eskiye duydukları özlemin nedeni bu çelişkide saklı değil mi? Bence öyle. Peki niye yazdım bunları? Öylesine. Siz de o klasik "Nerede o eski aşklar?" sorusunu soranlardan mısınız? Hala var o aşklar, ama bulmak ve bulunca da kaybetmemek gerekiyor...


29 Ekim 2008 Çarşamba

Dizi: Life on Mars (U.S.)

Hamd olsun (!) Blogger yetkililer tarafından erişime tekrar açıldı. Eh, ben de bunu kutlamak adına birkaç şey yazayım dedim.

Bir ülkenin televizyon dizileri, o ülkenin karakterini ortaya koyar diye düşünüyorum bazen. Esas kızla bir gece birlikte olmak için 100.000 YTL teklifte bulunulan bir dizinin çok konuşulması; veya bırakın vermeyi, göstermekten bile çok uzak hanım kızlarımızın verdiği savaşı anlatan dizilerden boy boy bulmak mümkün. Biz de (millet anlamında "biz", yoksa ben değil!) bayıla bayıla izliyoruz.

Bu iğneleyici paragrafın ardından asıl konuya gelelim, yabancı diziler. Esasında bir ingiliz dizisi olan "Life on Mars", Amerikalılar tarafından tekrar keşfedildi. Şu sıralarda ABC kanalında üçüncü bölümü yayınlanmakta olan "Life on Mars", Geçirdiği bir trafik kazası sonucu birdenbire 35 yıl öncesine giden bir dedektifin hikayesini anlatıyor.

Dizi nasıl? Güzel. Başroldeki Jason O'Mara buram buram Mel Gibson koksa da, insanda hoş bir izlenim bırakıyor, rolün altından kalktığını düşünüyorum. Görsel olarak da 1970'lerin Amerika'sını ve "eski toprak" dediğimiz kavramın ne olduğunu aktaran bir seyirlik.

Peki zaten başarılı bir şekilde başlayıp bitmiş bir ingiliz dizisini yeniden yapmak niye? Belki "Bunu biz de yapmalıyız" diye düşündüklerinden, belki de konu bulamadıklarından.

Fena mı olmuş? Hayır. "Kim kime verdi, bu çocuk kimin" gibi soru ve skandallar silsilesine boğulmuş yurdum dizilerinin yanında... Bu fantastik dedektiflik öyküsüne kötü diyecek olursak çok ama çok haksızlık etmiş oluruz.

26 Ekim 2008 Pazar

BANNED IN TURKEY

Bu satırları bir vekil (proxy) site aracılığıyla bağlanarak yazıyorum. Evet bu da oldu, Blogspot da yasaklandı. Buna sebep veren tüm yetkililerin ve o yetkilileri başımıza getiren kişilerin kulak memelerini ısırıyorum buradan. Bir çoğunuz bu yazıyı ancak yasak kalktığı zaman okuyacak, o zaman da pek bir anlamı olmayacak belki ama.... Bu kara lekeyi belgelemek lazımdı. Yazdım işte.

23 Ekim 2008 Perşembe

Güncel: Krizsel Yansımalar

Büyük bir soğukkanlılıkla endeks hareketlerini izlerken yazıyorum bu satırları. Aylar önce ekonomi hakkında bir yazı daha yazmışım, o zamanın rakamlarını düşününce çok komik oluyor şimdi.

Neyse, efkardan yazıyorum bu satırları. Teknik analiz ile kafanızı şişirecek değilim, zaten kriz zamanı herkes ekonomi uzmanı oluveriyor. Herkesin söylediği önemli bir noktayı ben de tekrar ediyorum: Nakitte kalın (büyük herhangi bir döviz yatırımı yapmayın), hala borcunuz varsa ne olur kurtulun, çocukları sevin, aile büyüklerinizin hatırını sorun.

Ayrıca, yeni filmimiz Köygöçüren gösterimde:

http://www.vimeo.com/2036601

19 Ekim 2008 Pazar

Müzik: Audioslave

Sene ikibinbilmemkaç. Matrix çocuğuyuz, filmin bizi (en azından beni) tanıştırdığı Rage Against the Machine grubuyla coşuyoruz, derken grup dağılıveriyor. Bebeyiz tabii, müzik grubudur dağılır, kimin umurunda.

Neyse sonra Audioslave diye bir şey çıkıyor, Cochise diye bir şarkı buluyorum, dinliyorum biraz, "Eh" diyip bir kenara koyuyorum. Yıllar geçiyor.

Sonra Casino Royale filmi geliyor, Audioslave'in solisti olduğundan bile bihaber olduğum Chris Cornell'in "You Know My Name" adlı müthiş eserini dinliyorum ard arda. Ne baba parça diyorum. E araştırıyorum, yine Audioslave çıkıyor karşıma. Ulan diyorum yoksa kıymetini bilemedim mi bunların?

Evet bilememişim. Bu kez albümlerini ediniyorum, dinledikçe mest oluyorum, "Like a Stone" diyorum, "Shadow on the Sun" diyorum, "I am The Highway" diyorum. Her ne kadar en çok ilk albümlerini sevsem de, genel olarak keyifle dinliyorum.

Bilmeyenlere söylüyorum ki Audioslave de sonradan dağılmıştır, Chris abi kendi yoluna gitmiştir, Rage Against the Machine tekrar birleşmiştir ancak şarkı yapmamakta, konser konser gezmektedir...

13 Ekim 2008 Pazartesi

Film: Köygöçüren

Bir süre ortalarda yoktum evet, bazen iyi geliyor ortadan kaybolmak. Bu naçizane süreç içerisinde akraba ziyareti için köye gittim. Malum, bizim köy doğal bir film seti, arkadaşım Mehmet'i de çağırdım. Bu kez sınırlarımızı zorlayarak o köyde, iki kişi olarak kendi başımıza çektiğimiz en ilginç filme imza attık.

Köygöçüren, mağdur köylülerin yardımına koşan bir cengaverin hikayesi. Bir kahramanlık destanı. Bir yiğitlik koçaklaması. Çok yakında izlemeye hazır olacak.

Teaser tanıtım videosu için ahan da buraya tıklayabilirsiniz.

YENİ Trailer tanıtım videosu için de aha şuraya.

Bu arada, blogumda hemen sağda bir süredir bulunan ankette "gizli hayranım olduğunu" beyan eden şıkkı seçenlerin sayısı hayli fazla. İlginç... :P

26 Eylül 2008 Cuma

Muhtelif: Kör Talih

"Blind date" kavramı, birbirini tanımayan insanların eş dost vasıtasıyla bir araya getirilmesi ve aralarının yapılması anlamına gelir.

Hitch filminde görmüştüm sanırım, birbirini tanımayan kadın ve erkekler bir yerde toplaşıp sırayla birbirleriyle konuşuyorlar, anlaşanlar oradan kol kola ayrılıyorlar.

Oldum olası severim bu konsepti, keşke önyargıların veya mesafelerin esiri olmadan böyle tanışabilse insanlar. Ne de olsa herkes aynı amaç için orada.

Buna da blind date denebilir bir yerde... Denmezse, neyse.

18 Eylül 2008 Perşembe

Web: Birinci Tayfunsal Sanat Günleri Galerisi

Fotoğrafçılığı seviyorum. Yandaki kediyi ben resmettim. Bunun gibi 60 fotoğraftan oluşan ilk internet fotoğraf galerimi de sizlerle paylaşmaktan huzur ve mutluluk duymaktayım.

Flickr üzerinden paylaştığım galeriyi görüntülemek için nazikçe tam buraya tıklayınız.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Film: Ben X

Ah. Avrupa sineması... O olmasa ne yapardık? Sonunda mutlaka Amerikan bayraklarının dalgalandığı macera filmlerine mahkum olurduk herhalde. Ben yine de Hollywood'u seviyorum, sinema tarihine anlamlı eserler de kattılar elbet. Neyse, Avrupaya dönelim.

Ben X, hem başrol oyuncusunun hem de yönetmenin ilk uzun metraj sinema denemesi olarak oldukça başarılı bir film. Konu olarak otistik bir gencin yaşantısını ele alıyor, bunu konuyu işlemek için de internet üzerinden oynadığı bir oyundaki başarısına ve günlük hayatta itilip kakılmasına odaklanıyor.

Çok duygusal, fakat bir o kadar duygu sömürüsünden uzak; bir an çok boğucu iken hemen ardından izleyene huzur veren, benzersiz bir yapım. Keşke bütün filmler bunun kadar güzel olsa.

11 Eylül 2008 Perşembe

Oyun: S.T.A.L.K.E.R. Clear Sky

Bloguma yazdığım ilk yazılardan birisi, Stalker oyunu hakkındadır. Nihayet devam niteliğinde bir oyuna kavuştuk. Merakla bekliyordum, iple halatla çekiyordum. Kısaca yeni oyundan bahsedeyim, yine aynı bölgedeyiz, bu kez olayları farklı bir kişinin gözlerinden görüyoruz. Daha geniş alanlar, daha iyi oynanış, daha güzel grafikler, çete savaşları sistemi vs...

Bu yazıda oyunu incelemek yerine, neden bu kadar çok sevdiğim üzerine bazı detaylardan bahsedeceğim. Her şeyden evvel, en iyi atmosfer ödülü alan bu oyunda, tanıdık manzaralar görmek çok yaygın bir durum. Yıkık dökük binalar, muhteşem gece-gündüz döngüsü (ve doğanın sesleri), rastgele gelişen olaylar, ince detaylar... Daha ne yok ki?

İki gündür deli gibi oynuyorum, gözlerim yoruldu fakat kendimi asker gibi hissettiren bu oyundan haz alıyorum... Bu satırları okuyup da benimle aynı şeyleri hissedecek bir bayanın var olduğunu da hiç sanmıyorum, ama beyler bilir, hele bu oyunu oynayanlar iyi bilir :D

7 Eylül 2008 Pazar

Kitap: Cahillikler Kitabı

Yanılmıyorsam eski yazılarımdan birinde, kısa kısa parçalardan oluşan ve hem öğretici hem de eğlenceli olan kitapları sevdiğimi söylemiştim. NTV yayınlarından çıkan bu güzide çalışmayı gördüğümde de, tereddüt etmeden satın aldım.

Objektif olarak eleştirmem gereken yönleri olan bir kitap. Bir kere eserin orijinali yabancılar tarafından yazıldığı için, esprilerinden tutun da bahsedilen kültür ve inanış yelpazesini incelediğinizde samimiyet kuramıyorsunuz. Ne de olsa bazı şeyler vardır ki bir dilden diğerine çevirildiğinde aynı lezzeti vermez, ki bahsettiğim bu kayıp "lost in translation" (tercümede kaybolan) olarak anılır.

Diğer bir sorun ise, kitaptaki soruların aslında "konu başlığı" olması. Bu resmen okuyucuyu aldatmaktır, hemen örneğini de vereyim: Soru "Yunuslar ne içer" oluyor ve hemen altında tek bir cümle var "Hiçbir şey içmezler". Onun da altında bir paragraf başlıyor ve Yunusların sindiriminden bahsediyor, 260'a yakın dişi olduğundan. Asıl sorun şu ki, ben kimsenin bugüne kadar yunusların "ne içtiğine" kafa yorduğunu düşünmüyorum. Kitapta bunun gibi insana fazla bir şey katmayan, hatta bazen resmen zaman kaybı gibi gelen bölümler de var ne yazık ki.

Yine de kara tahtaya aslında tebeşirle değil alçıtaşıyla yazdığımızı, bir devekuşunun kafasını asla kuma gömmediğini (ki böyle yaparsa boğulacağını) ve bunun gibi bir çok şeyi öğrenmek güzeldi.

Cahillikler Kitabı'nın, bizim kültürümüzle birebir uyuşmasa da insana hoş şeyler öğreten bir eser olduğunu belirterek yazımı noktalıyorum.

31 Ağustos 2008 Pazar

Müzik: Muhayyile

Beni yeterince yakından takip eden çok muhterem arkadaşlar, müzikle de uğraştığımı bilir. Birlikte filmler çektiğim saygıdeğer kişilik Mehmet Kurt ile aynı zamanda müzik çalışmalarımız da var ve Muhayyile grubu adı altında topladık.

Müziklerimizi elektronik ortamda yapıyoruz ancak tarz olarak pop ve rock etrafında gezindiğimiz söylenebilir. Eserlerimizi şu adreslerden dinleyebilirsiniz:

http://www.herkesdinlesin.com/muhayyile veya

http://www.last.fm/music/muhayyile/muhayyile/

Müzik yapımcısı tanıdıklarınıza bizden bahsederseniz bahtiyar oluruz.

Kitap: Saadet Asrından Damlalar

Nihat Hatipoğlu, televizyonda saygıyla izlediğim isimlerden biri. Hatta televizyon izlememin ender sebeplerinden biridir kendisi.

İslam dinini bütün güzelliği ve sadeliğiyle dile getiren Nihat Hatipoğlu, en az televizyon programı kadar güzel bir kitapla bu kez karşımıza çıkıyor. Gösterişten, yapaylıktan, zorlamadan uzak bir anlatımla tek bir ilaha inanmanın huzurunu paylaşmak isteyen herkese sesleniyor.

Hazır bu mübarek aylara da girmişken, kendimize verebileceğimiz anlamlı bir hediye olarak görüyorum bu kitabı. "Çağrı"yı daha iyi anlamak, bir kez daha kulak vermek için.

Ramazan ayı hepiniz için hayırlı uğurlu olsun.

21 Ağustos 2008 Perşembe

Muhtelif: Şu Çılgın Bloglar

Çok şükür yaptığım her işi severek ve hakkını vererek yaptığımdan olacak ki, blog işinde de benden örnek alan çok kişi olduğunu görüyorum. Sırf ben yazıyorum diye blog yazmaya başlayanlar veya kullandığım tarzın aynısını gördüğüm bloglar oldu. Eh şimdi buna bir şey denmez, kendi adıma tescilletmedim ki hesabını soracak da değilim. Ama teşekkür ederim kendilerine, iyi bir iş yapmışım ki örnek alınıyor :)

Bu aralar Höst'ün finali dışında paylaşacağım herhangi bir şey yok, eklenen her bölümü de yazmak istemedim, ne de olsa adres belli.

Gelişmelerle tekrar birlikte olacağız, birlikteliğimiz sonsuza dek sürecek, bizden ayrılmayın.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Film: 69 Gün Sonra

"28 Days Later" filmini izlemiş olanların "Aha!" dediğini duyar gibiyim. Yeni bir proje fikri üzerinde duruyorum son günlerde. Bu seriden ilham alarak düşündüğüm "69 Gün Sonra", üzerine komedi serpilmiş bir korku filmi. Konu olarak insanlar üzerinde etkili olan bir virüsün yayılmasını ele alıyor olsa da, virüsün etkileri sıradışı. Anlatmayacak olsam da filmin ismi ve afişi biraz fikir veriyordur :)

Kulağa hoş gelse de büyük beklentiler için erken. Bu film ne zaman çekilir bilmiyorum, nispeten kapsamlı bir proje. İzmir'de yaşıyorum ama film için Ankara'yı daha uygun buluyorum, büyük ihtimalle orada çekilir, bunun için de oraya gitmek ve bir süre kalmak gerekir... Öte yandan böyle bir filmde oynamayı kaç kişi ister, bilinmez.

Filmimizin bir Facebook grubu var, eğer olası gelişmeleri takip etmek ve (ne zaman çekileceği hiç belli olmayan) bu filmde gün gelir de rol almak isterseniz buyurun:

http://www.facebook.com/group.php?gid=34689552068

7 Ağustos 2008 Perşembe

Belgesel: Mutlak Yalnızlıkta Birkaç Gün

"Mutlak Yalnızlıkta Birkaç Gün" 20 Dakikadan oluşan ve Athlete grubunun birbirinden güzel şarkılarıyla bezenmiş bir çalışma.

Bu eser aslında didaktik bir belgesel olmakta öte, sizlere sadece Eskişehir'in Korucu Köyü'nde geçen birkaç günü aktarmayı amaçlıyor... Buyurun:

http://www.vimeo.com/1484647


6 Ağustos 2008 Çarşamba

Muhtelif: Bu adam ne yapıyor?

Biliyorum ki içten içe kendinize şu soruyu soruyorsunuz: "Bir Tayfun Tuna vardı, ne oldu ona? Ne yapıyor acaba şu an?" Evet bu soru beyninizi kemiriyor, uykularınız kaçıyor. Nihayet gönlünüze su serpmeye geldim, işte türlü türlü uğraşlarım:

Sinema: Höst'ün son sezonu devam ederken, bir yandan da "Few Days of Absolute Solitude" adlı belgeselim üzerinde çalışıyorum. Tam olarak belgesel denemez aslında, daha çok hoş görüntülerden meydana getirilen klipsel bir seyirlik.

Müzik: Muhayyile grubu adı altında müzik çalışmalarım devam ediyor. Bu çalışmaları bir gün bir albümde toplamayı, veya başkaları tarafından kullanılmak üzere satmayı düşünüyorum.

Edebiyat: Yeni bir hikaye yazmaya başladım ancak henüz fazla ilerleme kaydedebilmiş değilim. Bunun sebebi yazacağım hikayenin ana karakteriyle bütünleşememiş olmam; yazabilmek için kendimi onun yerine koymalıyım ancak şu sıralar kendimi ancak kendi yerime koyabiliyorum, bencilim.

Tasarım: Kafamda tasarladığım ve içinde yaşamaktan büyük bir zevk duyacağım bir evi üç boyutlu ortamda tasarlıyorum. Bugün inşaat bitti, sıvaya başladım :P

Yaşantı: Kendime uygun işi bulmaya çalışıyorum... Günler çabuk geçiyor. Bir miktar yalnızlık var, ziyanı yok. Şimdilik bu kadar...

29 Temmuz 2008 Salı

Muhtelif: Kaptanın Seyir Defteri

Bu aralar Blogger beni yazmaktan soğutuyor. Resim eklerken, paragraf düzeni oluştururken ve diğer muhtelif işlemlerde yaşanan sorunlar yüzünden yazacağım varsa da yazmıyorum bazen. Aslında çok da zor şeyler değil, belki de ben bahane arıyorum, kim bilir. Neyse.

Eee, ne yapsak, havadan sudan mı bahsetsek? Hayattan mı? Dünya fani, bunu bilmeyen yok. Ama "madem öyle, ölelim haydi" demenin de manası yok, yaşıyoruz bir şekilde. Daha doğrusu bazıları "yaşıyor", bazıları sadece hayatta kalmayı sürdürüyor.

Aşka meşke hiç girmeyeceğim, onu bulan bulmuştur, bulmayana da atık ile beslenmek düşer. Şimdi daha ziyade para pul peşinde insanlık, ki bu durumda bir üniversite mezunu olarak benim de ne yazık ki peşine düşeceğim şey aynı. Zaten "madem sevgiden bana nasip olan bir şey yok, bir işe yarayayım" diyerek çalışası geliyor insanın. Öte yandan tüm erkek mezunlarımız için bir de askerlik var, unutmamak lazım.

Hiçbir mesaj veremeden öylesine yazdığım bu yazımın sonuna yaklaşırken, alayınızın miraç kandilini kutluyorum. Bu gece ve her gece dua edin, başka türlü kurtulacağımız yok... :)

Kitap: Zamansız Aşk

Bundan birkaç yıl önce yazmaya başlayıp bir süre ara verdiğim ve geçen yıl nihayet tamamladığım; sonrasında bir yayınevi ile anlaşmamla sınırlı sayıda piyasaya çıkan kitabım, nihayet internet üzerinden de satışa sunuldu.

Kitapta gerçek duygular ve kurgulanmış olayların karışımı olan bir hikayenin yanı sıra, kendi fikirlerimi yazdığım özel bir bölüm de mevcut.

Sadece 3 lira ve hatta indirimli fiyatı 2,40 lira olan naçizane hikayemi okumak isteyenlere duyurulur...

8 Temmuz 2008 Salı

Dizi: Höst

Ben geldim. Höst de geldi! Yeni sezon bomba gibi başlıyor. Sizi videonun linkiyle başbaşa bırakıyorum...

Birinci Bölüm - "Telli Turna":

http://www.vimeo.com/1297732

Bunun dışında beni sorarsanız, iyiyim çok şükür.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Muhtelif: Yokum!

Koca bir üniversiteyi de (koca dediğim dört senecik) geride bırakmanın ardından, nihayet bir tatile çıkıyorum. Beni aramayın (sanki çok arayanım var da :P), tüm dertlerimi tasalarımı izmir güneşinde kavrulmaya bıraktım. Ben ise Bodrum denizinde serinliyor olacağım. Elbet bir gün gelirim (sanki meçhule gidiyorum).

E haydi hoşçakalın.

18 Haziran 2008 Çarşamba

Web: www.hd-bits.ro - HD Torrent Sitesi

Aradığınız bir şeyi internette bulmanın birkaç yolu vardır, bunlardan biri de Torrent paylaşımıdır. Bilmeyenler için biraz meşakkatli bir konudur, o yüzden bildiğinizi varsayarak doğrudan konuya gireceğim.

Güzel bir bilgisayar sisteminiz varsa film izlemek de keyif olur, ancak artık DVD kalitesinde görüntüler standart olarak biraz geride kalıyor. Son zamanlarda HD filmler yaygınlaşmaya başladı, HD'nin ne olduğunu önceki bir yazımda anlatmıştım.

www.hd-bits.ro , sadece HD kalitesinde torrentler sunan bir web sitesi. Gold statüsüne ulaşan torrentleri indirerek ratio'nuzu hiç bozmadan hatta sadece upload hanesine yazılan transferler yapmanızı sağlayan, oldukça güzel bir site. Belgesellerden filmlere ne ararsanız mevcut. Hatta bizim Höst dizisini bizzat yayınlıyorum orada, bulup gurur duymanız da mümkün :)

Dizi: Höst - 5. Sezon

Bu yaz Höst zamanı! Temmuz'da çekimleri başlayacak olan beşinci sezon, Bodrum'da çekilecek ve sadece Lost'a değil, Prison Break'e de beslediğimiz ilgi ve sevgiyi yansıtacağımız bir yapım olacak. Bu sezon, önceki iki sezonun aksine doğaçlamadan daha çok senaryoya bağlı kalacağız, senaryoyu da şu günlerde keyifle yazıyorum.

Bir diğer güzellik de, çekimlerimizi yapacağımız kamerayı değiştirecek olmamız. Önceki yazılarımda bahsettiğim ve kısa bir süre önce siparişini verdiğim Canon HV20 ile Full HD standartında yapacağımız çekimler, diziyi görsel olarak birkaç adım daha öteye götürecek.

Eğer bugüne kadar hala Lost veya Prison Break izlememişseniz, Höst'ün bu sezonundan maksimum zevk almak adına şimdiden o dizileri izlemeye başlamanızı öneririz!

7 Haziran 2008 Cumartesi

Muhtelif: Mezuniyet!

Son birkaç yazımda final notlarımın açıklanmasından bahsediyordum. Dün nihayet açıklandı, bütün derslerden başarıyla geçmişim çok şükür. Bu sevinci de sizlerle paylaşmak istedim haliyle :)

Diğer bir güzel haber ise, bir önceki yazıda bahsettiğim ve alamadığımı söylediğim kamerayı nispeten daha uygun bir fiyat ve koşul ile bulmuş olmam. Hem aile çekimleri hem de kendi kişisel projelerim için kullanacağım kamerayı almaya ailecek karar verdik.

Eğer siz de piyasa değeri 2200 YTL civarında olan bu kamerayı edinme niyeti içindeyseniz, şu an
www.mavibilgisayar.com sitesinde Bonuscard'a 6 ay taksitle 1890 YTL fiyatına satılıyor. Reklam falan değil, kendi faydalandığım fırsatı sizlerle de paylaşıyorum :)

6 Haziran 2008 Cuma

Alet Edevat: Canon HV20

Tüketicilerin son yıllarda HD (High Definition) standartıyla tanışması, görsel olarak beklentilerin yükselmesine sebep oldu. HD kısaca daha yüksek çözünürlük, böylece daha net ve keskin görüntü demek oluyor. HD çıkmadan önce DV dediğimiz bir format yaygın olarak kullanılıyordu. Standart kameranızdan maksimum 720x576 çözünürlüğünde görüntü aktarabilirsiniz. High definition kavramıyla birlikte, Full HD bir çekim, 1920x1080 çözünürlüğünde görüntü verir, ki bu standart bir bilgisayar monitörüne bile sığmayacak kadar geniş ve kaliteli bir görüntü demektir. Bu standarta sahip kameralara da HDV kameralar deniyor.

Brifingimizin ardından gelelim konuya, araştırmalarım sonucu Canon HV20 şu an itibariyle piyasada bulunan en iyi fiyat/performans sahibine sahip HDV kamera ve 24p çekim moduyla sinematik görüntü elde etme şansı sunuyor. Yeterli kaynağa sahip olduğumda almak istediğim bir güzellik. Şimdilik ben alamıyorum, belki bir başkasına faydam dokunur diye bahsetmek istedim. Eğer Sony olsun diyorsanız, yine en iyi fiyat/performans için HC5E modelini göz önünde bulundurun.

5 Haziran 2008 Perşembe

Dizi: Prison Break

Lost'u büyük bir keyifle izleyen bir seyirci olarak, Prison Break'e de bir şans vermek istedim. Nihayet geçtiğimiz haftalarda ilk sezonu edindim ve izlemeye başladım. Bugün itibariyle üçüncü sezonu seyretmeye başlamış bulunuyorum. Yorumlarım? Aslında dizi meraklısı bir insan değilimdir, özellikle televizyondan takip etmek zor gelir bana, bu yüzden istediğim zaman izleyebilmek adına bilgisayar kullanırım. Çoğunuzun da böyle yaptığına eminim, neyse uzatmayalım, izleyen kişiyi rahatlıkla içine çekebilecek bir kurguya ve zekice tasarlanmış olaylar dizisine sahip Prison Break.

İzlemenizi öneririm, tabii hala izlememişseniz...

Ha bu arada, dizinin başrol oyuncusu Wentworth Miller, 2 Haziran doğumlu ve dolayısıyla ikizler burcu imiş. Anladın sen onu okuyucu :P

Oyun: Mass Effect

Bu aralar piyasaya çıkan oyunları deneme fırsatım oldu. Mass Effect bunlardan bir tanesi. Macera RPG olarak adlandırabileceğimiz türe ait oyun, film gibi akıp giden bir yapıya sahip. Kontrolleri kolay (alışmak uzun zaman almıyor), grafikleri şahane ve kurgusu sağlam. Tarzı sevenlerin mutlaka denemeli.

Diğer bir oyun da GRID. Rahmetli Colin McRae adıyla çıkarılmış son ralli oyunu Dirt ile aynı oyun motorunu (Neon) kullandığı için kalitesinden kuşkunuz olmasın. Dirt'e göre biraz daha zor bir oyun olmuş, ancak çok keyif veriyor.

Yarın da notlarım açıklanacak bu arada... Haydi hayırlısı. Sağlıcakla kalın.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Muhtelif: Kaptanın Seyir Defteri

Bir süredir hiçbir şey yazmamıştım, aslında fırsat bulamadığımdan değil. Final notlarım açıklansın diye bekliyorum, söyleyeceğim her şey daha sonra aleyhime delil olabilir ne de olsa.

Peki neler yapıyorum? Henüz bir şey yaptığım yok. Bu yaz Höst adlı dizimizin beşinci sezonunu çekiyoruz, bunun dışında bir takım müzik çalışmalarım var. Bilgisayar oyunları yapımından elimi ayağımı ve her uzvumu çekmiş bulunuyorum, nolur bana bunlarla gelmeyin, ilerleyin artık ilerleyin! :)

Şimdilik bu kadar, yakında yine bir şeyler yazarım...

Mutedil Mecmua'dan ayrılmayın! :P

15 Mayıs 2008 Perşembe

Alet Edevat: Nokia 7710

Her şeyden önce, evet bu üç senelik bir telefon. Burada bahsetmemin sebebi ise zamanında satın almış ve hala kullanıyor olmam. Blogumda Eski-yeni ayrımı yapmayacağımı daha önce söylemiştim. Hatta "Ben Tosunpaşayım, her şeyi yaparım" gibi bir espriyi de esirgememişim.

Nokia 7710, devasa ekranıyla ilgimi çekmiş dokunmatik bir cep telefonu. Meraklılar için, kendisine sonradan yükleyebileceğiniz pek fazla program yok ancak kendi bünyesinde ne ararsanız var. Bunlar dahilinde 1.3 megapiksel kamera, bluetooth, müzikçalar, FM visual radio, word, excel ve powerpoint yerine geçecek programlar, dosya yöneticisi vesaire mevcut.

Eksi yönleri ise yavaş olması ve pek pratik olmaması. Buna rağmen, şu güne kadarki en ilginç tecrübelerimden biriydi kendisi, mesaj yazmanın ve okumanın, resimlere bakmanın çok zevkli olduğu bir telefon.

Bilen bilir gerçi, bilmeyen de bu saatten sonra satın almaz herhalde. Öyleyse niye yazdım bunları? Bilmem, içimden geldi...

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Kitap: Yılgın Türkler

Kitap okumak çok güzel bir şey ama benim her zaman yapabildiğim bir şey değil ne yazık ki. Odaklanma konusunda sıkıntı yaşadığımdan mütevellit, rahat okunan ve az lafla çok şey anlatan kitapları seviyorum. Şimdi bahsedeceğim kitap da öyle.

Yılgın Türkler, bir Bülent Akyürek kitabı. Bölümler halinde yazılmış kitapta, aziz milletimizin türlü huylarından bahsedilmiş. Henüz bitirmemiş olsam da ve ara sıra fazla sulandırılmış bir mizah hissi verse de, okuması keyifli bir kitap. Onlarca tarih kitabı okuyabilirsiniz, ama milletçe özeleştiri adına bu esere bir göz atmakta fayda var. Sözümü kitaptan küçük bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum:

"Özneyi yüklemden, edatı tümleçten ayırmaya geldim. Yüzyıla yakın bir süredir Türkler övünüyor ama çalışmıyor! Ben artık geçmiş tarihimizle değil, şimdiki tarihle övünmek istiyorum."

8 Mayıs 2008 Perşembe

Film: Arazi / Traveland (2008) - Yayında!

Çok kısa zamanda çektiğimiz ve bir süredir üzerinde çalıştığımız kısa filmimiz Arazi, nihayet gösterimde. Gelen tepkiler genellikle olumlu, biz de bunun mutluluğunu yaşıyoruz.

Kendi sitemizden: buraya tıklayın.

Google Video'dan: buraya tıklayın.

Film hakkında görüşlerinizi esirgemeyiniz, bu başlığın altına veya filmin Facebook grubuna yorumlarınızı yazabilirsiniz.

Muhtelif: Caramba Carambita!

Başlığı atarken "Şans Kapıyı Kırınca" filmi geldi aklıma, Rasim Öztekin'in muhteşem tonlamasıyla duyduğumuz bir replikti kendisi. Eğer o ses tonunu anımsadıysanız, şu anki ruh halimi bir parça tahmin edebilirsiniz.

Kötü geçtiğini düşündüğüm şu sınavdan 66 almışım, kayıtlara geçmesi için söylüyorum. İlk sınavım bundan daha iyi geçmişti, 60 almıştım. Çalışmayınca daha başarılıyım, ne mutlu Türküm diyene!

Yarın bu saatlerde Seminer dersi sunumumu yapmış ve bitirmiş olacağım. Dönem boyunca bir miktar içime oturan bir mesele olduğundan, sonucunu da buraya yazarım ki yine kayıtlara geçsin. Şu sıralar hiç çaktırmasa da bahar şenlikleri mevcut ve hala devam ediyor. Neyse, olmayan bir konudan sapmış bulunuyorum, bugünlük yeter bu kadar.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Film: Beowulf

Hatırlıyorum da Final Fantasy: Spirits Within diye bir film vardı. Tamamı animasyondan oluşan, ciddi anlamda ilk uzun metraj filmdi sanırım. Hatta yanlış hatırlamıyorsam yapımcı firma o filmin ardından battı. Değişik bir filmdi, şimdi hatırımda fazla yok ama, bakışlardaki yapaylığı hissediyordunuz izlerken. "Sanal olan hiçbir şey gerçeğinin yerini tutmaz" derdik o zamanlar.

Dün Beowulf'u izledim. Ağzım açık bir şekilde izledim zaman zaman. Arada bir bariz olarak yapay görünen sahneler dışında, animasyon film yapımında ne kadar ileri gidildiğini görmüş olduk. Oyuncuların yüzlerindeki o yapay bakışlar hala var, ama büyük ölçüde azaltılmış. Final Fantasy'yi izledikten sonra "Hmm... Pekii." demiştim, Beowulf'tan sonra ise: "Vay anasını!".

Aklımızdan "Bir gün insanlara gerek kalmayacak" gibi düşünceler geçse de, biliyoruz ki hiçbir şeyin taklidi gerçeği kadar iyi değildir! (Eğer iyiyse, o taklit olmaktan çıkmıştır. Bu başka bir tartışma konusu :P)

2 Mayıs 2008 Cuma

Oyun: Turok (2008)

Vizeler bitti çok şükür, güç bela atlattık. En son o konudan bahsetmişim, böyle bağlayayım dedim. Bugünlerde oynadığım bir başka oyunu kısaca anlatayım sizlere.

Turok, geçmişten günümüze bir seri olarak gelmiş ve "yeni nesil" oyunculuktan nasibini alarak tekrar karşımıza çıkmış bir oyun. İki DVD'lik medyasıyla kurulduğunda 15 GB yer kaplayan bu devasa oyun, özel bir timin dinazorlarla bezenmiş bir gezegendeki macerasını anlatıyor. Filminin yapılmasına gerek yok sanırım çünkü film gibi ilerliyor hakikaten.

Bezdiren yükleme süreleri, yapay zeka hataları ve oynanıştaki küçük sorunlar dışında bence çok keyifli bir oyun, görsel olarak da şölen gibi. Hani yılın oyunu demiyorum ama biraz da olsa oynanmalı bence. Kaç oyunda sizi T-Rex kovalıyor ki?

30 Nisan 2008 Çarşamba

Muhtelif: Eyvah Sınav Var!

Bu satırları yazdıktan birkaç saat sonra bir vize sınavı olacağım. Neden vize, hangi ülkeye gidiyoruz da lazım oldu, bilmiyorum ama neyse. Ezbere dayalı bir sınav olacak, güzel ülkemizin ekonomisini keşmekeş hale getiren koca koca adamların verdiği kararlar ve politikaları yazmam istenecek muhtemelen. Ben de reformlar, stabilizasyonlar diye karalarım bir şeyler...

Bir ay kaldı üniversitenin bitmesine. Zaman akıp gidiyor işte böyle! Bu yazının bir amacı yok; sadece günler, aylar, yıllar sonra okuyunca şöyle bir tebessüm edeyim diye...

Eklenti: Çok kısa bir yazı olduğunu fark edip bir şeyler ekleyeyim dedim, Poets of the Fall'un geçen günlerde tanıttığım albümünü mutlaka dinleyin. Clevermind şarkısına aşık olun, Fragile ile duygulanın, Psychosis ile coşun...

28 Nisan 2008 Pazartesi

Film: Arazi / Traveland (2008) - Güncelleme

Oy oy oy. Üç gün süren kısa bir tatilin ardından yeniden evimdeyim. Bu tatilin iki gününde, filmimizin tüm çekimlerini tamamlamış olmanın huzuru var içimizde. Eğer elimizde senaryomuz ve çalışma çizelgemiz olmasaydı, bu kısacık maratona koca bir filmi sığdırmak zor olurdu diye düşünüyorum. Sıkı çalıştık, başardık :)

Filmin yeni afişi yanda gördüğünüz gibi. Ayrıca bir web sayfası hazırladık, buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Sayfada şimdilik kısa bir fragmanımız var.

Gelişmelerle birlikte olacağız, bizden ayrılmayın! :)

Bit artık be üniversite...

23 Nisan 2008 Çarşamba

Film: Anger Management

Birkaç gün buralardan uzak olacağım, zaten olmasam da her gün blog yazdığım söylenemez. Neyse giderayak bir şeyler yazayım dedim, bugün izlediğim film hakkında yazmak nasip oldu.

Anger Management, 2003 tarihli bir komedi filmi. Adam Sandler ve Jack Nicholson başrolde. Gidişat olarak oldukça klişe bir senaryosu olsa da bütünlük olarak oldukça eğlenceli bulduğumu söyleyebilirim.

Nedense filmde en ağız dolusu kahkahayı, "Get the f*ck outta here!" repliğinin olduğu yerde bastım. İzleyenler bilir, izlemeyenin de zevkini kaçırmayalım :)

Büyüksün Jack baba.

18 Nisan 2008 Cuma

Film: Arazi / Traveland (2008)

Blogun sıkı takipçileri varsa, geçtiğimiz günlerde bir film haberi verip daha sonra o haberi sildiğimi fark etmiştir. Çünkü filmin adı ve konusu tamamen değişti. Ancak çekileceği yer, oyuncuları ve şimdilik afişi aynı.

Konu olarak kısaca, biri şehirde diğeri köyde yaşayan iki insanın hayatlarının kesişmesini anlatıyor.

Senaryosu tamamlanan ve hatta çekim saatleri bile belirlenen film, kısmetse önümüzdeki hafta bu günlerde çekiliyor olacak. İnşallah yaza bu güzel filmin seyri ile gireceksiniz.

Bu arada film Youtube'da parçalara bölüp yayınlayarak rezil etmeyi düşünmüyoruz; muhtemelen bir web sayfası açıp orada izlenime ve indirime sunacağız.

Albüm: Revolution Roulette (Poets of the Fall)

Max Payne 2'nin sonunda çalan muhteşem "Late Goodbye" şarkısıyla tanıdık çoğumuz onları. Evet, Poets of the Fall. Nihayet çıkardıkları üçüncü albümleriyle ile bizimleler. Özlemiştik onları. Tamam sizi bilmiyorum ama ben özlemiştim.

Bilmeyenler için PotF, düşündürücü sözleri ve doyurucu müzikal kalitesiyle sevilen ve tanınan Finlandiyalı bir rock grubu.

Yeni albümleri Revolution Roulette'i bu satırları yazarken dinliyorum, kendimden geçiyorum, ritim tutuyorum, ahenkle dans ediyorum. Albümde 11 şarkı var.

Bundan önceki albümlerini dinlemeye de doyum olmuyor. Kendileriyle ve müzikleriyle henüz tanışmamışsanız ve farklı bir tat arıyorsanız kaçırmayın...

16 Nisan 2008 Çarşamba

Muhtelif: Bir web sayfasının hazin sonu

Eskiden "ixir" diye bir şey vardı da onun reklamı geldi aklıma:

Kokoreç Adam: Afrodit hanım! Siz kendinize bir site yapsanıza?

Banu Alkan: Ayol ben müteahhit miyim? Bende para ne gezer? Hem İstanbul'da arsa mı kaldı ki site yapayım?


Dün itibariyle web sayfam yayın hayatına son verdi. Zaten içinde çok fazla bir şey yoktu, sadece (daha önce yaptığım küçük bilgisayar oyunlarını kastederek söylenen) "Abi senin oyunların çok güzel, nereden bulabilirim, yeni yaptın mı, niye yapmıyorsun, bana da yapmayı öğretir misin?" şeklinde mesajlarla dolup taşan bir ziyaretçi defteri vardı.

Vaziyet böyleyken, "Blog neyime yetmiyor" dedim ve siteyi kapattım. Pişman değilim. Bir daha olsa yine yaparım. Yeni yazılarla birlikte olacağız, bizden ayrılmayın.

14 Nisan 2008 Pazartesi

Oyun: Rainbow Six Vegas 2

Aktüel yaşam üzerine bir blog yapalım derken oyunlara daldık gidiyoruz, haydi hayırlısı. Sıradaki oyunumuz, sevilen taktik operasyon oyunu Rainbow Six Vegas'ın devamı.

Oyunu uzun uzun incelemek niyetinde değilim. Kısaca fikrimi belirtmek istiyorum, çok çok keyifli bir oyun. Rambo gibi takılmak istiyorsanız size göre olmayabilir ama adamlarınıza odayı temizleme komutu verdikten sonra, onlar kapıyı kırıp içeri girmişken hemen arkalarından dalıp odanın diğer ucundaki teröriste kurşun sıkmak gibisi yok.

Plan yapmayı gerektiren bir oyun. Düşünüyorum, öyleyse storm and clear!

Oyun: Flight Simulator X Acceleration Pack

Bu aralar bir oyun manyaklığıdır gidiyor bende. Yapacak başka iş bulamamaktan da olabilir. Ödevlerimi de yapıyorum halbuki, neyse.

Efendim kısaca Flight Simulator X oyununun eklentisinden bahsetmek istiyorum. Ben bu oyunu sırf zevk olsun diye, uçak ile parende ve saltolar atmak için oynarım. Eklentisini de bugün edindim ve oynama şansına sahip oldum.

Bu eklenti ile oyuna askeri bir iki hava aracı, birkaç oyun modu ve İstanbul'un detaylı şehir modellemesi ekleniyor (Özellikle bu kısmı ilgimi çekmişti). Yandaki fotoğrafta gördüğünüz üzere İstanbul'da uçuyorum.

Simülasyon sevin ya da sevmeyin, en azından biri oynarken mutlaka görmeniz ve "Vay anasını" demeniz gereken oyunlardan biri.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Dizi: Terminator: The Sarah Connor Chronicles

Terminator 2... Çocukluğumun filmiydi, Arnold'un rolüne yakışır bir biçimde robot gibi kasılan karizmasından, cıva gibi ortamlara akan kötü terminatörüne, mekanlarından olay örgüsüne kadar her şeyine hayran olduğum bir filmdi. İlk filmi sonraları izleme fırsatı buldum. Derken üçüncüsünü çektiler falan. Heyecanlı bir filmdi ama Hollywood kültürüne yenik düştüğünün izleri vardı bence.

Şimdi öyle bir dizi yaptılar ki, dokuz bölümlük ilk sezonuyla bana çocukken izlediğimde yaşadığım heyecanın aynısını yaşattı. The Sarah Connor Chronicles, ikinci ve üçüncü filmin arasında bir yerlerde geçiyor. Hem Terminator serisinin dünyasına geri götürüyor bizi, hem de filmini aratmayan görselleriyle kendine hayran bıraktırıyor. Öyle düşünüyorum ki Terminator serisine yabancı olan birileri bile keyifle izleyebilir.

Oyun: Need for Speed ProStreet

Ilık bir bahar akşamı. Nazar değmesin, havalar çok güzel. Yazın bu kadar güzel olmayacak, cayır cayır yanacağız, ondan söylüyorum. Güneş battıktan sonraki birkaç saati, Need For Speed ProStreet oynayarak geçirdim.

Efendim oyunumuz NFS serisinin şu ana kadar yapılmış son oyunu (Merak edenler için, serinin sayı bazında on birinci oyunu). Fazlaca gerçekçi olması, her şey yasal olduğundan yasadışı yarışların ve polis kovalamacalarının heyecanının gitmiş olması, kötü kontroller ve garip oyun yapısıyla oldukça eleştirildi.

Öte yandan ben bütün akşam bu oyunu oynadım, hatta bütün akşam boyunca resimde gördüğünüz emektar Subaru Impreza'yı sürdüm. Serinin diğer oyunlarına göre daha çok sabır isteyen, fakat sabrettiğinizde güzelliklerini keşfettiğiniz bir oyun. Denemediyseniz, deneyin. Deneyip de beğenmediyseniz, bir şans daha verin derim ben. Hayat güzel.

6 Nisan 2008 Pazar

Oyun: Yeni Başlayanlar için S.T.A.L.K.E.R.

İki gün evvel kendisinden bahsettiğim bu heyecanlı oyun hakkında öneri ve ipuçları vereceğimi söylemiştim. Buyurun, elceğizimle yazdım, faydası dokunması dileğiyle.

Silahlar: Stalker’da ağırlık sınırı nedeniyle en fazla iki silah taşımanız tavsiye edilir. Bu silahlardan birisi tabanca, diğeri tüfek olabilir. Oyunun başlangıcında bu kombinasyonu kullanırken, ilerleyen bölümlerde tabancayı boşverip uzak ve yakın menzil için iki farklı tüfek taşımanız pek güzel olur.

Cephane: Mermilere ihtiyacınız olacak. Her silahın mermisi farklı olduğundan, cesetlerden mermi toplama işleminde seçiminizi dikkatli yapınız. Oyundaki en yaygın mermi tipi 7.62 milimetrelik kalaşnikof mermisi ile 5.56 milimetrelik NATO mermisi. Eğer bu silahlar için cephane toplarsanız, bir başka silahınızın mermisi bittiğinde bu silahlardan birini sağdan soldan bulup aksiyona devam edebilirsiniz.
Bazen kafaya isabet ettirdiğiniz tek bir mermi ile düşmanı mıhlarken, bazen bütün şarjörü boşaltmanız icap edebilir. Bu gibi durumlar için yanınızda mutlaka 200’den fazla mermi taşıyınız. Çok zorlarsanız ilerleyen bölümlerde 1000 mermiye kadar toplayabilirsiniz, ama bunun taşıma kapasitesi açısından eziyet olduğunu unutmayın.

PDA: Oyunda görevlerinize, diğer stalker’lar içindeki sıralamanıza ve aldığınız notlara bakabileceğiniz bir PDA’nız mevcut. Kurcalayın, inceleyin.

Görevler: Belli başlı karakterler başta olmak üzere bir çok kişiden görev alabilirsiniz. Bu görevlerin bazılarında süre kısıtlaması oluyor (ki genelde yan görevler için geçerli) o yüzden PDA’nıza göz atmanız tavsiye edilir. Ana görevlerde süre kısıtı olmadığından dilediğiniz gibi takılabilirsiniz.

Zulalar: Bazen bir ceseti incelediğinizde gudik bir ses eşliğinde PDA ışığınızın yandığını göreceksiniz. Bu, merhum arkadaşın sakladığı ganimetlerin yerini keşfettiğiniz anlamına geliyor ve haritanızda bu ganimetlerin konumu, morcivert bir imge ile gösteriliyor. Bazen sağda solda ilginç zulalar (stash) bulabilirsiniz ancak içi boş olabilir. Bu zulalar, daha sonra bir ceseti incelemenizle birlikte ne hikmetse aktif olabilir bu yüzden dert etmeyiniz, tekrar gidip bakınız.
Karşınıza stash olarak çıkan her türlü sandığı, çantayı, eşik arasını, küçük kaygan delikleri kendinize ait eşyaları saklamak için kullanabilirsiniz. Bu eşyalar çalınmayacak veya kaybolmayacaktır, içiniz rahat olsun.

Minik Harita: Kısa süreli bip sesleri, minik haritanız kapsamında birileri olduğunu gösterir. Bunu haritanın köşesindeki numaralardan anlayabilirsiniz. Yeşil noktalar herhangi bir vasıtayla kanka olduğunuz kişileri gösterir (muhtemelen hayatlarını kurtardığınız için), turuncular ise size düşman veya dost olmayan kişiler. Dostluk çok önemli bir faktör olmadığından, kavga çıkarmadığınız sürece sorun yoktur. Uzaktaki birine nişan aldığınızda imleciniz kırmızı ise tetiğe asılmamanız için hiçbir neden bulunmamaktadır. Haritaya dikkat ediniz, düşmanı tespit ettikten sonra konumu kırmızı bir nokta olarak haritada görünecek ancak birkaç saniye içinde kaybolacaktır. Bu süre içinde düşmanın konumunu göz kararıyla tespit edip davranışa geçmeniz önerilir. Görevsel açıdan, eğer haritada hedefiniz yeşil bir imge değil de beyaz bir ok işaretiyse, muhtemelen ya alt ya da üst katlarda bir yerde, yani farklı bir yükseklikte. “Nerede lan bu” demeden önce araştırmalarınıza devam ediniz.
Son olarak unutulmaması gereken şey, hayvanların ve mutasyona uğramış yaratıkların haritada gözükmedikleri. Gözünüzü dört açın, hatta yer altı laboratuarlarında sekiz açın. Karanlıkta birdenbire görünmez bir yaratık tarafından cırmalanmak pek hoş olmuyor.

Zırhlar: Zırhınız olmadan iki mermilik işiniz var, bu yüzden her daim güçlü bir zırh sahibi olmalısınız. Aman dikkat! Zırhlar zamanla delik deşik oluyor, kalbura dönüyor ve işlevselliğini yitiriyor. Çok güçlü ama yıpranmış bir zırf, bir alt seviyedeki zırhtan daha güçsüz hale gelebiliyor o yüzden zırhınızı gösteren mavi çubuk yarıdan aşağıya indiğinde ne yapıp edip yeni bir zırh edinmeye bakın.
Oyundaki tüm zırhların türlü türlü özellikleri var. Birkaçının gece görüş özelliği var, bir çoğu genellikle yeşil ve bulanık gece görüşü sağlarken bir iki tanesi mavi ve net bir görüş sağlıyor. Yeşil olanı kullanmak yerine kendi gözlerinize güvenmeniz tavsiye edilir.
Kaydadeğer fark yaratan en sıradışı zırh, exoskeleton. Oyunun yarısından çoğunu tamamladığınızda satışa sunulan veya son bölümlerde bir iki tane bulabileceğiniz bu zırh, 200000 ruble (Rus parası) olduğundan elde etmek pek kolay değil ancak oyun boyunca paranızı iyi biriktirmişseniz alabilirsiniz. Bu zırh ile (en azından yıpranana kadar) terminatör gibi gezebilirsiniz. Normalde oyunda 60 kilo olan maksimum taşıma sınırınız bu zırh ile 80 kiloya çıkacağından, son gramına kadar sırtına bir şeyler yüklenmeyi seven oyuncular için çok cazip. Zırhın tek kötü yanı, koşamıyorsunuz. Yavaş ve emin adımlarla yürümeyi sakıncalı bulmayanlar için ideal.

İşitsel Göstergeler: Tehlikeyi belli eden iki ses duyacaksınız. Birincisi frekansı artan bip sesleri, diğeri ise cızırtılar. Cızırtılar elbette radyasyonu belli ediyor ve ne kadar artarsa radyoaktif atomlar vücudunuzda halay çekmeye başlıyor. Radyasyonu geçirmek için viski içebilirsiniz veya antiradyasyon enjeksiyonları kullanabilirsiniz.
Diğer işitsel gösterge olan bip sesleri içinse “anomalies” adını verdiğimiz sakıncalı doğaüstü olaylar için geçerli. Bunların içinde sizi kendi içine çeken, havaya kaldıran ve daha sonra parçalara ayıran hava akımlarından, üzerine adım attığınızda cayır cayır yanmaya başladığınız yüksek ısı dalgamsı hedeler mevcut. Uzak durunuz, durmayanları uyarınız. Bazen düşmanlarınız bunlara kapılınca seyretmesi pek güzel oluyor gerçi.

Artifact: Sağda solda görebileceğiniz, yerde şen çocuklar gibi zıplayarak fıldır fıldır dönüp parlayan şeyler, birer artifact. Bunlardan beş tanesini bel kemerinizde taşıyabiliyorsunuz ve size türlü türlü faydaları bulunuyor. Bazılarının faydadan çok zararı var, o yüzden keyfinizce kullanın.
Yanınızda mutlaka bir tane taşımanız gereken iki artifact: Soul (+600 sağlık verir, bunu bulana kadar +400 veren meat chunk ile idare edebilirsiniz) ve Moonlight (+109 dayanıklılık verir, daha uzun koşar daha az yorulursunuz). Diğer boşluklara bunların negatif etkilerini dengeleyecek bir şeyler koyabilirsiniz.

Alet Edevat: Benq P50

Cep bilgisayarları bazı insanlar için lüks sayılsa da, ihtiyaç duyanlar ve hakkını vererek kullananlar için büyük bir nimettir.

Ben de bir ürün tanıtımı yapayım dedim ayaküstü. Yeni çıkan ürünleri teknoloji manyaklarının bloglarından takip edebilirsiniz, ben sizlere nispeten daha eski ama daha sağlam bir fiyat/performans oranına sahip bir aygıt tanıtacağım.

Yıllardan 2008, aylardan Şubat idi. Özellikle kablosuz internet gibi güzel bir teknolojiden faydalanabilmek için bir cep bilgisayarı almaya karar vermiştim. Biraz araştırdıktan sonra, bünyesinde wi-fi bulunduran ancak sadece 450 liraya satılan Benq P50 ile karşılaştım. Şaşırdım haliyle, çünkü en basit örnekle Nokia'nın wi-fi bulunduran modelleri 700 liradan başlıyordu. Sanırım hala değişmemiştir bu fiyatlar. Biraz araştırınca aldım ve pişman olmadım.

Özelliklerini internet üzerinden rahatça bulabilirsiniz ama ben daha çok bu cihazla neler yapabileceğinize yoğunlaşmak istiyorum ki, o fiyata değip değmediğine siz karar verin.

  • İnternete bağlanabilir, sonradan yükleyeceğiniz Opera Browser ile gerçek bir bilgisayar gibi sayfalarda gezinebilirsiniz. 400 Mhz işlemcisiyle çok karışık sayfalar dışında gayet güzel bir performans sergiliyor.
  • Başta Age of Empires, Doom, Quake, Tomb Raider olmak üzere bir çok oyun oynayabilirsiniz, dosbox yükleyerek Dos oyunları bile oynayabilirsiniz.
  • fPSEce adlı emülatörü kurarak PlayStation oyunları oynayabilirsiniz. Evet ben bizzat denedim, biraz yavaş olsa da çalışıyor ve çok keyifli.
  • Word, Excel, müzik ve video uygulamaları zaten her cep bilgisayarı gibi bunda da standart.
  • Kablosuz bağlantı sayesinde radyo ve televizyon da izleyebilirsiniz.

Windows Mobile 2003 kullanması ve kimilerine göre bataryasının yetersiz olması, aklıma gelen dezavantajlar... Gerisine siz karar verin.

Film: Cloverfield

Son bir hafta içinde, yaşananları kameramanın bakış açısından gösteren iki film izledim. Birisi [Rec], ki onun hakkında yazdığım yazıyı aşağılarda bir yerde bulabilirsiniz. Diğeri ise Cloverfield.

Her ne kadar göz yoran bir teknik olsa da, her iki filmin de çok iyi bir tempoyla seyirciyi kendine bağladığı görünüyor. Herhalde önce [Rec] filmini izlediğimden olsa gerek, Cloverfield gözümde biraz daha zayıf kaldı mantıksal açıdan. Cloverfield'da öyle anlar var ki "Be adam, bırak kamerayı, koş canını kurtar!" demenize sebep oluyor ve biraz da Hollywood filmi olmanın azizliğine uğrayarak gerçekçilikten uzaklaşıyor. Yine de başarısız bir film değil, hatta ileride çekilecek benzer filmlerin öncüsü denebilir.

Ben bu noktada yine [Rec]'e dikkatleri çekmek istiyorum çünkü her ne kadar konusu farklı olsa da, konunun işlenişi ve bunun seyirciye sunulması konusunda, ayakları yere Cloverfield'dan daha sağlam basıyor. Cloverfield'da "Aman abi, kapat şunu, çekme!" benzeri replikler varken [Rec]'te "Çek abi çek, hepsini çek!" duygusunun işlenmesi de iki filmin arasındaki önemli bir fark.

Bir de anladık ki virüsler ve zombiler, devasa canavarlardan daha gerçekçi, onları daha çok seviyoruz!

5 Nisan 2008 Cumartesi

Muhtelif: Uyku

Uyku. Kesinlikle büyük bir nimet olduğuna inanıyorum. Bilimsel anlamda bedenin dinlenme hali olarak açıklanabilir. Bu satırları gece yarısında yazıyorum, yeterince uykum geldiğini söyleyebilirim. E öyleyse uyumak lazım! Neden mi? Biyolojik saat mevzuları. Eğer belli bir saati geçerseniz uykuya dalmanız zorlaşıyor veyahut uyuduğunuz uykunun size bir faydası olmuyor, sabah uyandığınızda sersem zombinin tohumu gibi geziyorsunuz (tabii uyanmanız öğleden sonrayı bulmamışsa).

Lafı uzatmak istemiyorum, ancak yetişkin bir bireyin günde en az sekiz saat uyuması gerektiğini hatırlatayım. Aptal kutusunun seyrini bırakıp güzel rüyalara dalmayı da bilmeli insan.

Hah, bir de tecrübeyle sabit olan bir gerçeği hatırlatayım ki eğer sabah zinde uyanmışsanız ancak erken kalktığınızı düşünüyorsanız, olsun! Tekrar uykuya dalarsanız, uyandığınızda sersemlemiş olduğunuzu fark edeceksiniz. Vücut şaşırıyor herhalde, ondan oluyor bu durumlar. Siz yine de bedeninizin sesini dinleyin. Evet, zaten o devamlı size bir şeyler söylüyor! Farkında mısınız?

4 Nisan 2008 Cuma

Dizi: HÖST

Kendi bloğumuzu açmışız, reklam yapmadan olmaz! Tamam reklam demeyelim şuna. Bilenler zaten bilir, Höst adlı bir dizi filmimiz var. http://www.hostdizisi.com/ adresinden bütün bölümlerine ulaşabilirsiniz. Dizimiz dördüncü sezondan sonra birkaç aylık bir ara verdi (Lost'un geçen yıl dokuz aylık bir ara verdiğini düşünürsek bizimki yine iyi).

Yeni sezon için geçici olarak yanda görmüş olduğunuz afişi hazırladık. Sezon çekimleri tamamlandığında daha çetrefilli ve asortik bir afiş yapacağımızdan emin olabilirsiniz.

2008 yazını merakla bekleyiniz. Biz de bekliyoruz.

Oyun: S.T.A.L.K.E.R. Shadow of Chernobyl

Ukrayna'nın bozkırlarında silahımla koşturuyordum. O ne! Üç beş at hırsızı kılıklı adam uzaklarda. Birisi beni gördü, saldırmaya başlamaz mı? Çektim silahı, birini alnından, birini gözünden! Derken askerlerden biri radyoaktif bölgeye koşmaz mı? Radyoaktif fırtınaya kapılıp parça pinçik oldu gözlerimin önünde. Arkamı dönüp kaçayım dedim, köpekler kovaladı. Bizim askerlerin kampına zor attım kendimi.

İşte askerlik anısı gibi heyecanla anlatılan bu hikayeler aslında Stalker'ın bize yaşattıkları. Bu aralar deli gibi bu oyunu oynuyorum, anlatmazsam olmaz. Stalker, yapımı beş yıl sürmüş ve geçen sene piyasaya çıkmış olan bir FPS oyunu. Çernobil nükleer enerji santralini de kapsayan bir bölgede geçiyor, zaten bölgenin adı "Bölge" (Zone). Bizzat 1979 yapımı Andrei Tarkovsky filmi olan Stalker'la bu gibi benzerliklerinin mevcut olması ayrı bir güzellik.

Oyunun özellikleri arasında fazlasıyla gerçekçi detayları olması, ışık ve gölge oyunlarının muhteşem yapılmış olması ve mutlaka her oynayışımda bir iki kez "Ananı!" diye zıplamama sebep olacak şekilde korkutucu olması geliyor.

Oyun oynamayı düşünenler için faydalı olacağını düşündüğüm püf noktalar rehberini yakında blogumda yayınlamayı düşünüyorum. Merak edenler takipte kalsın...

3 Nisan 2008 Perşembe

Güncel: Ekonomi

Efendim tanıyan tanır bilen bilir, az buçuk ekonomist oluyorum ben. Hani ekonomiye büyük bir aşk beslediğim söylenemez belki ama madem vazifemizdir, konu hakkında iki gıdım bir şey yazayım dedim. Belki birilerinin işine yarar.

Amerikanın faiz indirimleri ve yaptığı diğer yardımlar küresel ekonominin kan kaybını durdurmuyor, takip edeniniz varsa bilir. Bizim ekonomimiz her ne kadar genel olarak dünyada yaşanan bu sarsıntılardan etkilenmiyor gibi görünse de, borsanın 50000'lerden 39000'lere düşmesi ve doların ip atlar gibi dalgalanması aslında ciddi sinyaller veriyor. Sağ olsun, yapılan hataları ve yanlışları gizlemekte pek başarılı bir hükümetimiz var. Dünyada yaşanan ekonomik çalkantıya karşı hiç tedbir almıyorlar, haberiniz olsun.

Sonuç olarak şu an yaşanan hayvansal boyuttaki kayıpların acısı birkaç ay sonrasından itibaren 2008 boyunca ortaya çıkacaktır. Aslında şimdiden ortada...

Neyse bu kadar yeterli sanırım.

Oyun: Need for Speed Carbon

"Yahu bu oyun çıkalı iki yıl oldu" demeden önce belirtmek istiyorum, sadece yeni eserleri ve ürünleri ele almayı düşünmüyorum blogumda. Zaman zaman, kafama estikçe geçmişe gidip hoşuma giden herhangi bir şey hakkında yorum yazabilirim. Ben Tosunpaşayım, her şeyi yaparım.

Bu aralar yine oynuyorum, hem grafiksel hem de sürüş zevki açısından acayip tatmin eden bir oyun. Hatalarına ve kusurlarına rağmen zevkten kıvranarak oynuyorum. Tamam bu son cümle abartı oldu.

Hala oynamayan ve içinde ukte kalan varsa, çekinmesin oynasın. Ne demişler, "Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza!"

Film: [Rec]

Bizim vizyonda gösterime girer mi bilinmez, bugün bir film izledim. Film hakkında bilgi vermek yerine fikirlerimi belirteceğim, pek leziz olmuş. Tamam belki leziz doğru kelime değildi, çünkü vahşi bir film. Fakat başarılı, türünün güzel örneklerinden (hatta türünü bir adım ileri götürdüğü söylenebilir). İster müzikte ister sinemada, türü ne olursa olsun başarılı eserlere bir şans vermek lazım.

Ben filmi evde izledim ancak zaman zaman gerildiğim oldu ki gerilimin kaçınılmaz olduğu sahneler var. Sinemada izlense ne gibi sonuçlar olur bilmiyorum, diyecektim ki Youtube'da bu filmin galasında seyircilerin tepkilerini kameraya almışlar. Kitle halinde meksika dalgası gibi zıplıyor millet. İspanyolca olması da ayrı bir güzellik bence. Dilin ve kültürün etkileri zaman zaman görülüyor filmde.

Velhasılkelam, gerilmek istiyorsanız hiç çekinmeden izleyin.

Blogmak ya da Blogmamak

"Herkeşler yazıyor, benim eksiğim ne?" diyerek ben de nihayet yazmaya karar verdim. İnsanoğlu fırsat buldukça yazmalı aslında, sonradan okuyunca ders almak veya hiç olmazsa şöyle bir gülümsemek için. Ama benim de bir farkım olsun isterim. Mesela cümleye "ama" kelimesiyle başlanmaz biliyorum fakat bazen gerekli sanki, bağlaç olmaktan çıktığı anlar oluyor. Neyse.

Yazılarım sıradan bir günlük olmayacak, "Sevgili günlük, bugün çok güzeldi, yidik içtik eğlendik" yazmaktan ziyade aklıma geldikçe hayata dair fikirlerimi paylaşmak istiyorum. Belki bir gün birilerinin işine yarayacak bir şeyler söylerim. Ne demişler... "Bazen fark yaratmak için tek bir insan yeter."